Bülent Küçükaslan
Bundan 14 sene önce, 26 yaşındayken omurilik yaralanması sonucu felç olup yürüyemez hâle geldiğimde, böyle düşünemiyordum...
Sakatlanmaktan korkmamak; başa geldiğinde her şeyin ama her şeyin olumsuz şekilde değişeceğini sanmamak, gelecekte ne olacağına dair paniğe kapılmamak, yalnızlık hissiyle ürpermemek, “keşke ölseydim” dememek, zor. Zira bildiğimizi sandığımız yaşamlarda makbul bedenin ne olduğundan da, kendine yetmenin yaşamak için olmazsa olmaz bir kural olduğundan da, neyin iyi neyin kötü olduğundan da, eminiz! Maalesef. Ne yazık ki hepimiz güçsüzlüğün, hastalığın, sakatlığın, yoksulluğun, tedirginliğin, korkunun, farklılığın, yani toplum genelinde makbul sayılmayan her hâlin gündelik yaşamda karşımıza çıkartacağı riski ve bu riski ortadan kaldırmak için o hâlin gizlenmesi gerektiğini bilecek kadar eğitildik! Hatta ruhumuza öyle bir işlendi ki tüm bunlar, gizlemenin de ötesinde, yaşamımıza girdiğinde çoğu zaman o hâle dair henüz anlamlı hiç bir deneyimimiz olmamasına rağmen, kafamızı yastığa koyduğumuzda kendimize yabancılaşıp, perişanlığımıza ve çaresizliğimize dair gözyaşı döküyoruz.
Öğrenilmiş Çaresizlik: sakatlık
Evet, hiç kimse sakatlanmanın beraberinde zorluklar getirmeyeceğini ya da bu yeni hale alışmanın kolay olacağını söyleyemez. Fakat sakatlanmanın tüm yaşantımızı peşinen tepetaklak edeceği, bedenimizle zihnimizin ilelebet çarpışmasına neden olacağı ve bizi çaresizce köşeye sıkıştıracağı da doğru değil. Yani, sandığımızın aksine, sakatlanınca ille de kaybetmeye mahkûm olduğumuz bir savaş başlıyor değil!
İzin verirseniz ne söylemek istediğimi daha iyi anlatabilmek için sakatlanmayı kabaca üç kategoriye ayırmak istiyorum: birincisi bedendeki değişiklikler, ikincisi yeti yitimleri ve üçüncüsü de gündelik yaşamda başkasının yardımına muhtaç olma hali.
Bedendeki değişiklikler
Moda ve güzellik çağında yaşıyoruz. Doğumdan itibaren “güzel” ve “beden” deyince ne anlamamız gerektiğini öğreniyor ve sonra da bunları öğretiyoruz. “Sakatlanmak” deyince irkilmemizin birincil nedeni bu. Bir uzvumuzun en basit şekilde yaralanması veya görünür bir yerimizde yara, yanık, egzama, sedef vb. bir rahatsızlıktan dolayı bir iz olması dahi uykularımızı kâbusa çevirmeye yetiyor. Oysa bunlar ne çalışmamıza ne eğitimimizi sürdürmemize ne de alışageldiğimiz gündelik rutinlerimizi gerçekleştirmemize engeldir çoğu zaman; bunlar sadece akan yaşamlarımızın bedenlerimizde bıraktığı izlerdir, o kadar. Yaşamdaki çeşitliliğin, kırılganlığın, hüznün, acının, tatlının, atlatılan badirelerin, kısacası geçtiğimiz yolların bedenimizdeki işaretleridir o izler. Bizi olgunlaştıran, halden anlar kılan, anlamamızı ve anlaşılmamızı sağlayan, herkesçe görülebilen hikâyelerimizdir... Facebook, twitter ve kişisel bloglar aracılığıyla kendimizi görünür kılmaya, yaşamlarımızı paylaşmaya bu kadar hevesli olduğumuz şu internet çağında, bedenlerimizle birbirimize bağlanmaktan neden korkalım, hatta bundan neden keyif almayalım? Herkesin ve her şeyin bir kalıptan çıkmışçasına benzeştiği, acıların ve zorlukların gizlenip sadece mutlulukların paylaşıldığı, gerçeklikle bağı –hadi tümden demeyelim ama- koca bir yanıyla kopuk olan bir yaşam-yaşamlarımız, aslında hepimizi kendimize ve çevremize yabancılaştırmıyor mu? Olduğu hali ile gündelik yaşamda var olan biri, bu yanıyla bir samimiyetin ifadesi anlamına gelmez mi? Böylesi bir samimiyet, mutluluk maskeleri altında nefessiz kalan herkes için bir fırsat yaratmaz mı? Ben, bedenlerimizin bu konuda bizlere ve toplumsal ilişkilerimize önemli bir alan açtığını düşünüyorum: komplekslerinden arınmış bir toplumda hem herkes gerçek anlamda özgür olur hem de daha keyifli bir yaşam sürer.
Yeti yitimi
Çevremize baktığımızda neredeyse her şeyin erkek imgesi üzerinden kurgulandığını görebiliriz. Sadece atletik bedenlilerin ayak uydurabileceği bir tempo; anlamsız yaya geçitleri, kaldırımlar, merdivenler, binalar, kapılar, toplu taşıma araçları, duraklar, yollar vs. hepsi bir hışımla gelip aradan kıvrılarak geçebilecek, sıçrayıp aşabilecek, sıkışıp yer kapabilecek “taş gibi” adamlar için kurgulanmış. Bir başka deyişle dışlayıcı bir yaşama/çevreye mahkûm edilmişiz, kurt yavruları gibi didişiyoruz! Ama daha fenası, bizi öyle bir gaza getirmişler ki, neredeyse her zaman kendimizi yetersiz hissettiğimiz ve dilimiz dışarıda sürekli bir şeylere yetişmek zorundaymışız gibi koşturduğumuz bu manyaklığa -başka türlüsü mümkün değilmiş gibi- “yaşam” demekten de geri durmuyoruz. Bir şeyleri yapamamaya ya da yavaş yapmaya, çıldırmışçasına akan tempoya ayak uyduramamaya ya da durup dinlenme ihtiyacı hissetmeye öyle olumsuz değerler atfetmişiz, bedenimizde/zihnimizde meydana gelen en küçük bir aksamanın hayatlarımızı karatacağına ve yaşamımızı zehredeceğine öyle bir inanmışız ki, sakatlanmak ya da zayıf görünmek baş edilmesi imkânsız kâbuslarımız olarak zihnimizi esir almış.
İyi ama bu saçma değil mi? Ne olmuş biraz yavaşsam, biraz aksıyorsam, biraz yardıma ihtiyacım varsa? Kaçımız kimseden yardım almadan her şeyi yapabiliyor? Bir kavanozu açarken, bir tepsiyi taşırken, merdiven çıkarken vs. yardıma ihtiyaç duyuyorsam, sorun ne? Bir uzvum eksikse-yoksa, işitemiyor ya da işitmek için cihaz kullanıyorsam, az görüyor ya da hiç göremiyorsam, konuşmakta ya da anlamakta zorlanıyorsam, hareket ederken tekerlekli sandalye kullanıyorsam, sonuç olarak gündelik yaşamımda küçük yardımlar almam gerekiyorsa, veya tersten bakarsak, benimleyken biraz çaba sarf etmeniz gerekiyorsa, bunun nesi ürkütücü?
Milyonlarca değişik beden var çevremizde. Hepsinin de şekli, becerisi, kapasitesi ve ihtiyaçları farklı. Hal böyleyken birbirimizin bedenlerine ve performanslarına burun kıvırma yarışı size de aptalca gelmiyor mu? Bu yarışta herkese karşı galip geleceğinize inanıyor musunuz sahiden? Kâbus olan şey sakatlanmak, zayıf görünmek ya da bedenlerimiz mi, yoksa bedenlerimizi kompleks unsuru haline getiren ve bizleri yarış atı misali durmadan koşturan bu düzen mi? Bence bedenlerimizle didişeceğimize barışsak, tazı gibi koşturacağımıza biraz soluklansak, ancak o zaman kâbuslarımızdan kurtulabilir ve gerçekten mutlu olabiliriz... Yaşamın izlerini taşıyan bedenler, bunları hatırlamamız için etrafta parlayan deniz fenerler gibidir.
Başkasının yardımına muhtaç olma
Mahremiyetin büyük oranda yitirildiği, en temel sayılan hareketlerin yapılamaz olduğu, yaşamak için büyük oranda başkasına bağımlı hale gelinen, adaptasyonu en meşakkatli, bedenin en sarsılmış hali. Bakıma muhtaç olmayı bu şekilde tarif edebilirim sanırım. İster geçici olsun ister kalıcı, ister doğuştan olsun ister sonradan, alışması zaman alan; insani ilişkilerin sıcaklığı ve sosyal şemsiyenin kapsayıcılığı nispetinde baş etmesi kolaylaşan, bu yanıyla kişisel olduğundan daha çok toplumsal olan, sıra dışı gibi görünen ama aslında hepimizin yakınlardaki bir hikâyeyle aşina olduğumuz, sıradan bir hâl.
Başta da değim gibi, 14 yıldır tekerlekli sandalyemden bir yere transfer olmak, yatmak, giyinmek, banyo yapmak ve bir yerlere gitmek için önemli oranda başka birinin yardımına ihtiyaç duyuyorum. Geçen bunca yılın ardından ben ve yakınlarım karşımıza çıkan bu durumla yaşamayı öğrendik. Bizim için artık bu durum baş edilmesi gereken bir hadise olmaktan çıktı (kabımızın şeklini aldık), dünyadaki her canlı gibi yaşam telaşındayız. Ne herkesten daha zor bir yaşantımız var ne de daha kolay. Herkes gibi daha güzel ve daha huzurlu bir yaşam sürmek arzusundayız, o kadar.
Bu sadece benim hikâyem değil, benzer durumda olan yüzbinlerce arkadaşımın yaşamı da üç aşağı beş yukarı bu şekilde. Yani kişisel trajedi olarak dramatize edilecek yaşamlarımız yok! Ama bu demek değil ki her şey güllük gülistanlık! Bilakis, etrafımız kamusal kararların dışlayıcılığı ve çevremizdekilerin umursamazlığı nedeniyle örümcek ağlarıyla dolu. İki lafından biri “birlikte yaşamak, kardeşlik, dayanışma, aile, komşuluk, dostluk, iyilik, vicdan, saygı, özgürlük” vb. olan politikacılar, bürokratlar ve sizler, uzandığımız her yere oracıkta takılıp kalmamıza neden olan ağlar bırakıyorsunuz. Bir başka deyişle, aslında bakıma ihtiyaç duymayı zor hale getiren sizlersiniz. Sakat komşu istemeyen, ana okulundaki sakat çocukları “çocuklarımızın psikolojisi bozuluyor” diye evlerine gönderten, mahalledeki okulda eğitim görmesini engelleyen, sakatlığıyla alay edip sınıfta küçük düşüren, hasbelkader eğitim almışsa iş arkadaşı olarak görmek istemeyen, işe almayan, aşılmaz kaldırımlarla, ulaşılmaz yollarla, binilemeyen toplu taşıma araçlarıyla dışarı çıkmasını engelleyen, bakım ihtiyacı ve gelir desteği için yanlış değerlendirmeler yaparak büyük çoğunluğu sosyal güvenlik şemsiyesinin dışında tutan, bütün yükü ailenin sırtına bindiren, hastanelerde rapor çilesini ve saygısızlığı reva gören, sürücü belgesi almasını engelleyen, emeklilik hakkını bürokratik çileye döndüren, saygın vatandaşlık hakkını zekât mantığıyla iane vermeye döndüren, görüşü alınacak saygın bireyler olarak masaya oturtmayan, sevmeyen, saygı duymayan, kızına sakat damat, oğluna sakat gelin yakıştırmayan, selamı esirgeyen, hâsılı sakatları dışarda tutmak için yapılması gereken her şeyi layıkıyla yapan, sizlersiniz!
Sahi, birbirimizin mutluluğu için elimizden gelen yardımı yapmak, birbirimize omuz vermek, keyifli ve yan yana bir yaşam sürmek için gerekli koşulları sağlamak, işin özü, çevremize karşı sorumlu hissetmek ve dünyayı herkes için daha güzel bir yer haline getirmek için elimizden gelen çabayı sarf etmek, ne zamandan beri takdir edilen ve özendirilen davranışlar olmaktan çıktı? Sahi, biz ne zaman bu kadar yoldan çıktık?
Sakatlık halinin içinde yaşadığımız toplumu sorgulamak, onun üstündeki fiyakalı ambalaj kâğıdını kaldırmak ve yarattığı sahte beden kurgusunu deşifre edip, sahte mutluluklardan arınmak için, kırılganlığımızı hatırlayıp toplumsal ilişkilerimizi gözden geçirmek ve sahiden ne olup ne olmadığımıza dair düşünebilmek için önemli bir zemin yarattığını düşünüyorum. Hülasa, sakatlığa dair düşünmek hepimizin ufkunu açacak...
Bundan 14 sene önce, 26 yaşındayken omurilik yaralanması sonucu felç olup yürüyemez hâle geldiğimde, böyle düşünemiyordum...
Sakatlanmaktan korkmamak; başa geldiğinde her şeyin ama her şeyin olumsuz şekilde değişeceğini sanmamak, gelecekte ne olacağına dair paniğe kapılmamak, yalnızlık hissiyle ürpermemek, “keşke ölseydim” dememek, zor. Zira bildiğimizi sandığımız yaşamlarda makbul bedenin ne olduğundan da, kendine yetmenin yaşamak için olmazsa olmaz bir kural olduğundan da, neyin iyi neyin kötü olduğundan da, eminiz! Maalesef. Ne yazık ki hepimiz güçsüzlüğün, hastalığın, sakatlığın, yoksulluğun, tedirginliğin, korkunun, farklılığın, yani toplum genelinde makbul sayılmayan her hâlin gündelik yaşamda karşımıza çıkartacağı riski ve bu riski ortadan kaldırmak için o hâlin gizlenmesi gerektiğini bilecek kadar eğitildik! Hatta ruhumuza öyle bir işlendi ki tüm bunlar, gizlemenin de ötesinde, yaşamımıza girdiğinde çoğu zaman o hâle dair henüz anlamlı hiç bir deneyimimiz olmamasına rağmen, kafamızı yastığa koyduğumuzda kendimize yabancılaşıp, perişanlığımıza ve çaresizliğimize dair gözyaşı döküyoruz.
Öğrenilmiş Çaresizlik: sakatlık
Evet, hiç kimse sakatlanmanın beraberinde zorluklar getirmeyeceğini ya da bu yeni hale alışmanın kolay olacağını söyleyemez. Fakat sakatlanmanın tüm yaşantımızı peşinen tepetaklak edeceği, bedenimizle zihnimizin ilelebet çarpışmasına neden olacağı ve bizi çaresizce köşeye sıkıştıracağı da doğru değil. Yani, sandığımızın aksine, sakatlanınca ille de kaybetmeye mahkûm olduğumuz bir savaş başlıyor değil!
İzin verirseniz ne söylemek istediğimi daha iyi anlatabilmek için sakatlanmayı kabaca üç kategoriye ayırmak istiyorum: birincisi bedendeki değişiklikler, ikincisi yeti yitimleri ve üçüncüsü de gündelik yaşamda başkasının yardımına muhtaç olma hali.
Bedendeki değişiklikler
Moda ve güzellik çağında yaşıyoruz. Doğumdan itibaren “güzel” ve “beden” deyince ne anlamamız gerektiğini öğreniyor ve sonra da bunları öğretiyoruz. “Sakatlanmak” deyince irkilmemizin birincil nedeni bu. Bir uzvumuzun en basit şekilde yaralanması veya görünür bir yerimizde yara, yanık, egzama, sedef vb. bir rahatsızlıktan dolayı bir iz olması dahi uykularımızı kâbusa çevirmeye yetiyor. Oysa bunlar ne çalışmamıza ne eğitimimizi sürdürmemize ne de alışageldiğimiz gündelik rutinlerimizi gerçekleştirmemize engeldir çoğu zaman; bunlar sadece akan yaşamlarımızın bedenlerimizde bıraktığı izlerdir, o kadar. Yaşamdaki çeşitliliğin, kırılganlığın, hüznün, acının, tatlının, atlatılan badirelerin, kısacası geçtiğimiz yolların bedenimizdeki işaretleridir o izler. Bizi olgunlaştıran, halden anlar kılan, anlamamızı ve anlaşılmamızı sağlayan, herkesçe görülebilen hikâyelerimizdir... Facebook, twitter ve kişisel bloglar aracılığıyla kendimizi görünür kılmaya, yaşamlarımızı paylaşmaya bu kadar hevesli olduğumuz şu internet çağında, bedenlerimizle birbirimize bağlanmaktan neden korkalım, hatta bundan neden keyif almayalım? Herkesin ve her şeyin bir kalıptan çıkmışçasına benzeştiği, acıların ve zorlukların gizlenip sadece mutlulukların paylaşıldığı, gerçeklikle bağı –hadi tümden demeyelim ama- koca bir yanıyla kopuk olan bir yaşam-yaşamlarımız, aslında hepimizi kendimize ve çevremize yabancılaştırmıyor mu? Olduğu hali ile gündelik yaşamda var olan biri, bu yanıyla bir samimiyetin ifadesi anlamına gelmez mi? Böylesi bir samimiyet, mutluluk maskeleri altında nefessiz kalan herkes için bir fırsat yaratmaz mı? Ben, bedenlerimizin bu konuda bizlere ve toplumsal ilişkilerimize önemli bir alan açtığını düşünüyorum: komplekslerinden arınmış bir toplumda hem herkes gerçek anlamda özgür olur hem de daha keyifli bir yaşam sürer.
Yeti yitimi
Çevremize baktığımızda neredeyse her şeyin erkek imgesi üzerinden kurgulandığını görebiliriz. Sadece atletik bedenlilerin ayak uydurabileceği bir tempo; anlamsız yaya geçitleri, kaldırımlar, merdivenler, binalar, kapılar, toplu taşıma araçları, duraklar, yollar vs. hepsi bir hışımla gelip aradan kıvrılarak geçebilecek, sıçrayıp aşabilecek, sıkışıp yer kapabilecek “taş gibi” adamlar için kurgulanmış. Bir başka deyişle dışlayıcı bir yaşama/çevreye mahkûm edilmişiz, kurt yavruları gibi didişiyoruz! Ama daha fenası, bizi öyle bir gaza getirmişler ki, neredeyse her zaman kendimizi yetersiz hissettiğimiz ve dilimiz dışarıda sürekli bir şeylere yetişmek zorundaymışız gibi koşturduğumuz bu manyaklığa -başka türlüsü mümkün değilmiş gibi- “yaşam” demekten de geri durmuyoruz. Bir şeyleri yapamamaya ya da yavaş yapmaya, çıldırmışçasına akan tempoya ayak uyduramamaya ya da durup dinlenme ihtiyacı hissetmeye öyle olumsuz değerler atfetmişiz, bedenimizde/zihnimizde meydana gelen en küçük bir aksamanın hayatlarımızı karatacağına ve yaşamımızı zehredeceğine öyle bir inanmışız ki, sakatlanmak ya da zayıf görünmek baş edilmesi imkânsız kâbuslarımız olarak zihnimizi esir almış.
İyi ama bu saçma değil mi? Ne olmuş biraz yavaşsam, biraz aksıyorsam, biraz yardıma ihtiyacım varsa? Kaçımız kimseden yardım almadan her şeyi yapabiliyor? Bir kavanozu açarken, bir tepsiyi taşırken, merdiven çıkarken vs. yardıma ihtiyaç duyuyorsam, sorun ne? Bir uzvum eksikse-yoksa, işitemiyor ya da işitmek için cihaz kullanıyorsam, az görüyor ya da hiç göremiyorsam, konuşmakta ya da anlamakta zorlanıyorsam, hareket ederken tekerlekli sandalye kullanıyorsam, sonuç olarak gündelik yaşamımda küçük yardımlar almam gerekiyorsa, veya tersten bakarsak, benimleyken biraz çaba sarf etmeniz gerekiyorsa, bunun nesi ürkütücü?
Milyonlarca değişik beden var çevremizde. Hepsinin de şekli, becerisi, kapasitesi ve ihtiyaçları farklı. Hal böyleyken birbirimizin bedenlerine ve performanslarına burun kıvırma yarışı size de aptalca gelmiyor mu? Bu yarışta herkese karşı galip geleceğinize inanıyor musunuz sahiden? Kâbus olan şey sakatlanmak, zayıf görünmek ya da bedenlerimiz mi, yoksa bedenlerimizi kompleks unsuru haline getiren ve bizleri yarış atı misali durmadan koşturan bu düzen mi? Bence bedenlerimizle didişeceğimize barışsak, tazı gibi koşturacağımıza biraz soluklansak, ancak o zaman kâbuslarımızdan kurtulabilir ve gerçekten mutlu olabiliriz... Yaşamın izlerini taşıyan bedenler, bunları hatırlamamız için etrafta parlayan deniz fenerler gibidir.
Başkasının yardımına muhtaç olma
Mahremiyetin büyük oranda yitirildiği, en temel sayılan hareketlerin yapılamaz olduğu, yaşamak için büyük oranda başkasına bağımlı hale gelinen, adaptasyonu en meşakkatli, bedenin en sarsılmış hali. Bakıma muhtaç olmayı bu şekilde tarif edebilirim sanırım. İster geçici olsun ister kalıcı, ister doğuştan olsun ister sonradan, alışması zaman alan; insani ilişkilerin sıcaklığı ve sosyal şemsiyenin kapsayıcılığı nispetinde baş etmesi kolaylaşan, bu yanıyla kişisel olduğundan daha çok toplumsal olan, sıra dışı gibi görünen ama aslında hepimizin yakınlardaki bir hikâyeyle aşina olduğumuz, sıradan bir hâl.
Başta da değim gibi, 14 yıldır tekerlekli sandalyemden bir yere transfer olmak, yatmak, giyinmek, banyo yapmak ve bir yerlere gitmek için önemli oranda başka birinin yardımına ihtiyaç duyuyorum. Geçen bunca yılın ardından ben ve yakınlarım karşımıza çıkan bu durumla yaşamayı öğrendik. Bizim için artık bu durum baş edilmesi gereken bir hadise olmaktan çıktı (kabımızın şeklini aldık), dünyadaki her canlı gibi yaşam telaşındayız. Ne herkesten daha zor bir yaşantımız var ne de daha kolay. Herkes gibi daha güzel ve daha huzurlu bir yaşam sürmek arzusundayız, o kadar.
Bu sadece benim hikâyem değil, benzer durumda olan yüzbinlerce arkadaşımın yaşamı da üç aşağı beş yukarı bu şekilde. Yani kişisel trajedi olarak dramatize edilecek yaşamlarımız yok! Ama bu demek değil ki her şey güllük gülistanlık! Bilakis, etrafımız kamusal kararların dışlayıcılığı ve çevremizdekilerin umursamazlığı nedeniyle örümcek ağlarıyla dolu. İki lafından biri “birlikte yaşamak, kardeşlik, dayanışma, aile, komşuluk, dostluk, iyilik, vicdan, saygı, özgürlük” vb. olan politikacılar, bürokratlar ve sizler, uzandığımız her yere oracıkta takılıp kalmamıza neden olan ağlar bırakıyorsunuz. Bir başka deyişle, aslında bakıma ihtiyaç duymayı zor hale getiren sizlersiniz. Sakat komşu istemeyen, ana okulundaki sakat çocukları “çocuklarımızın psikolojisi bozuluyor” diye evlerine gönderten, mahalledeki okulda eğitim görmesini engelleyen, sakatlığıyla alay edip sınıfta küçük düşüren, hasbelkader eğitim almışsa iş arkadaşı olarak görmek istemeyen, işe almayan, aşılmaz kaldırımlarla, ulaşılmaz yollarla, binilemeyen toplu taşıma araçlarıyla dışarı çıkmasını engelleyen, bakım ihtiyacı ve gelir desteği için yanlış değerlendirmeler yaparak büyük çoğunluğu sosyal güvenlik şemsiyesinin dışında tutan, bütün yükü ailenin sırtına bindiren, hastanelerde rapor çilesini ve saygısızlığı reva gören, sürücü belgesi almasını engelleyen, emeklilik hakkını bürokratik çileye döndüren, saygın vatandaşlık hakkını zekât mantığıyla iane vermeye döndüren, görüşü alınacak saygın bireyler olarak masaya oturtmayan, sevmeyen, saygı duymayan, kızına sakat damat, oğluna sakat gelin yakıştırmayan, selamı esirgeyen, hâsılı sakatları dışarda tutmak için yapılması gereken her şeyi layıkıyla yapan, sizlersiniz!
Sahi, birbirimizin mutluluğu için elimizden gelen yardımı yapmak, birbirimize omuz vermek, keyifli ve yan yana bir yaşam sürmek için gerekli koşulları sağlamak, işin özü, çevremize karşı sorumlu hissetmek ve dünyayı herkes için daha güzel bir yer haline getirmek için elimizden gelen çabayı sarf etmek, ne zamandan beri takdir edilen ve özendirilen davranışlar olmaktan çıktı? Sahi, biz ne zaman bu kadar yoldan çıktık?
Sakatlık halinin içinde yaşadığımız toplumu sorgulamak, onun üstündeki fiyakalı ambalaj kâğıdını kaldırmak ve yarattığı sahte beden kurgusunu deşifre edip, sahte mutluluklardan arınmak için, kırılganlığımızı hatırlayıp toplumsal ilişkilerimizi gözden geçirmek ve sahiden ne olup ne olmadığımıza dair düşünebilmek için önemli bir zemin yarattığını düşünüyorum. Hülasa, sakatlığa dair düşünmek hepimizin ufkunu açacak...