İktidar sizi nerenizden yaralarsa, orası kimliğiniz olur demiş Kundera. Çok önceden aklımda kalan bu sözün kaynağını bulmak için Googleda bir hayli dolandım, yüzlerce sitede geçmesine ve Kunderaya atfedilmesine rağmen, hangi kitabında olduğuna dair hiçbir bilgiye ulaşamadım; İngilizce veya Fransızca buna yakın hiçbir ifadeye de rastlayamadım.
Bizzat bu durum bile üzerinde durmaya değer. Bağlamı tam bilinmeden, çeşit çeşit sitede alıntılandığına, dilden dile aktarıldığına göre birilerinin yaralarına değmiş olmalı bu söz. Birileri kimliklerini birer yara gibi duyumsamış veya yaralarını sarmak için kimliklerine sarınmış olmalı.
Kimliklerimiz, Yaralarımız
Kendi adıma, kimliğin tümüyle vazgeçilebilecek bir kavram olduğunu düşünüyorum. Fakat biliyorum, pratikte bu hiç de kolay değil. Çünkü hepimizin yaraları var. Yıllardır süren bir iç savaş, bu ülkenin doğusunu batısından ayırmakla kalmadı büyük şehirlerini de mahalleler boyunca yardı. Kürt, Kürtçe gibi sözcüklerin ferah ferah dolaşıma girmesi çok eski değil; benim çocukluğumda bile bir sırrı ele verir gibi söylenirlerdi. Uydurma kavramlar oldukları da düşünülmüştü elbet. Yine şahit olduğum tarihten çekip çıkardığım bir acı var: 1993 Sivas yangını. Pir Sultan Abdal Şenliklerini kutladıkları için, Alevi oldukları için yananlar, bu kez de etnik değil fakat dini kimlikler yelpazesinin yanlış sayılan tarafına düşmüş bulunanlar, bunu canlarıyla ödediler. Aynı yelpazenin başka bir kutbunda üniversiteye başörtüleriyle girmek isteyen genç kadınlar, kapılardan geri döndüler. Benzer dini eğilimleri olan erkekler için durum şüphesiz çok daha kolaydı. Çünkü din kadar cinsiyet de bir kimlik, bir damgaydı ve yaşamı kolaylaştırıyor ya da zorlaştırıyordu. Kadın cinayetleri bugün de bütün protestolara rağmen sürüyor; eşlerini döven, öldüren erkeklerin büyük kısmı kayda değer bir ceza almadan tahliye olmaya devam ediyor. Keza LGBT bireyler, özellikle oranla yoksul olan, gece çalışan ve seks işçiliği yapanlar, neredeyse sürekli hayati tehlikeyle karşı karşıya. Örnekleri çoğaltmak, çeşitlendirmek mümkün.
Sakatlık-kimlik ilişkisini kurmadan iki noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Öncelikle şu çok önemli geliyor bana: tek bir kimliğimiz yok. Dolayısıyla dini, etnik, kültürel vb. muhtelif aidiyetlerin kesiştikleri bir kavşakta duruyoruz. Örneğin Hrant Dinkin öldürülmesine neden olan ötekiliğinin öncelikle dini mi (Hıristiyan), yoksa etnik mi (Ermeni) olduğunu, hatta Hrant Dinkten bağımsız olarak Ermeniliğin Türkiyedeki algısının öncelikle etnik mi, dini mi olduğunu söylemek kolay değil. Dinkin sosyalist olması ve aslında Ermeniler arasında da bir çeşit yabancılıktan sıyrılamamış olması da ötekiliğini çoğaltır üstelik. İkinci olarak, bu aidiyetler ve onlarla birlikte gelen ayrıcalık veya ayrımcılıklar her durumda aynı şekilde işlemiyor. Örneğin Kürt olduğu için ötekileştirilen bir aile, eşcinsel olduğunu keşfettiği oğlunu öldürmeye kalktığında; etnik yelpazenin dezavantajlı kanadındaki yerini, belki de genel kabul görmüş yargılara tutunarak telafi etmiş mi oluyor? Geleneksel değerlere (erkek olmak) ve dini inançlara (eşcinsellik günahtır) bağlılığını ispatlayarak, -ama bizzat birini öldürmenin günah sayıldığını unutarak- toplum içinde ve kendi gözünde daha iyi bir konuma mı göz dikiyor?
Sakatlık Bir Kimlik mi?
Peki sakatlığı bu saydığımız kimliklerden biri gibi görebilir miyiz? Bu başlık altında özellikle tartışılmasını dilediğim sorulardan biri bu. Sakatlık da aynı Laz olmak, siyah olmak, mülteci olmak, dindar olmak, kadın olmak veya eşcinsel olmak gibi varoluşumuzu belirliyor. Sakat olmak, bunlardan biri olmakla aynı şeydir, demek istemiyorum. Elbette değildir, bu kimliklerin hiçbiri birbiriyle aynı şey değildir zaten. Fakat yaşam koşullarımızı, kim olduğumuzu, kendimizle, yakın ve uzak çevremizle ki yakın ve uzağın ne olduğu bile erişilebilirliğin sorun olduğu sakatlık örneğinde farklı bir gözle ele alınabilir kavramlardır- ilişkilerimizi belirleyen değişkenlerden biri olması itibariyle sakatlık da bir kimlik kategorisi olarak kabul edilebilir. Mi?
Burada ikinci bir soru ortaya atılabilir: Kimlik sonradan başımıza gelebilecek veya seçme şansımızın olduğu bir şey midir? Önemli feminist düşünürlerden biri Kadın doğulmaz, kadın olunur demişti (Simone de Beauvoir, İkinci Cinsiyet). Bunu söylerken, kadınların ezilmesini meydana getiren koşulların tarihsel ve toplumsal olduğunu vurgulamaya çalışır Beauvoir. Yani önemli olan nasıl bir bedenle doğduğumuz değil, o bedenden bir ayrımcılık hikayesi üreten koşullardır: önyargılar, sınırlamalar, şiddet biçimleri. Bu bağlam içinde yasaları da sayabiliriz, gelenekleri de, normları da. Bir deneyim, yaşamın bir yönü olarak sakatlığı da buna benzer süreçlerin bir sonucu gibi düşünebiliriz. Burada da önemli olan nasıl bir bedenle doğduğumuz değildir. Aynı bedenle çok daha kolay bir yaşam sürebilirdik! Binalarımız erişilebilir, işlerimiz bedenlerimize uygun, işverenlerimiz önyargısız olsalardı.
Çok uzatmadan, üçüncü ve son bir soru daha ortaya atarak konuyu toparlamak istiyorum: Toplum nezdinde olumsuz sayılan kimlikleri sahiplenmeli miyiz? Veya nasıl sahiplenebiliriz? Amerika Birleşik Devletlerinde siyahların bir kısmı tarafından ortaya atılan Siyah Güzeldir! sloganı böyle bir örnekti. Özellikle sömürgecilik döneminde ortaya atılan ve siyahların yüz hatlarının ve iskelet yapılarının gelişmemiş ve maymuna yakın olduğu, tenlerinin çirkin bulunduğu şeklindeki görüşlerin tersine çevrilmesini amaçlamıştı. Peki sakatlığı da ayrımcılığa uğramış bir kimlik sayıp benzer şekilde sahiplenebilir miyiz? Yakın zamanda bu forumda tartışmaya açılan konulardan birisi sakat çocuk doğurmak meselesiydi. Kendileri sakat olan birçok kişi bu konudaki tereddütlerini aktardılar.
Öyleyse belki şu konular etrafında tartışmaya başlayabiliriz: Sakatlık bir kimlik midir? Kimlikse nasıl bir kimliktir? Diğer aidiyetlerimizle, örneğin ulusal kimliğimizle, veya cinsiyetimizle, cinsel yönelimimizle birlikte, sakatlığı nasıl düşünebiliriz? Ayrımcılığa uğrayan diğer kimliklerle dayanışabilir miyiz? Ve bütün bunları kimseyi dışarıda bırakmadan, zorlamadan, sıkmadan, yeni ötekiler yaratmadan nasıl yapabiliriz?
Bu, belki de yepyeni bir dünya demek.
Bizzat bu durum bile üzerinde durmaya değer. Bağlamı tam bilinmeden, çeşit çeşit sitede alıntılandığına, dilden dile aktarıldığına göre birilerinin yaralarına değmiş olmalı bu söz. Birileri kimliklerini birer yara gibi duyumsamış veya yaralarını sarmak için kimliklerine sarınmış olmalı.
Kimliklerimiz, Yaralarımız
Kendi adıma, kimliğin tümüyle vazgeçilebilecek bir kavram olduğunu düşünüyorum. Fakat biliyorum, pratikte bu hiç de kolay değil. Çünkü hepimizin yaraları var. Yıllardır süren bir iç savaş, bu ülkenin doğusunu batısından ayırmakla kalmadı büyük şehirlerini de mahalleler boyunca yardı. Kürt, Kürtçe gibi sözcüklerin ferah ferah dolaşıma girmesi çok eski değil; benim çocukluğumda bile bir sırrı ele verir gibi söylenirlerdi. Uydurma kavramlar oldukları da düşünülmüştü elbet. Yine şahit olduğum tarihten çekip çıkardığım bir acı var: 1993 Sivas yangını. Pir Sultan Abdal Şenliklerini kutladıkları için, Alevi oldukları için yananlar, bu kez de etnik değil fakat dini kimlikler yelpazesinin yanlış sayılan tarafına düşmüş bulunanlar, bunu canlarıyla ödediler. Aynı yelpazenin başka bir kutbunda üniversiteye başörtüleriyle girmek isteyen genç kadınlar, kapılardan geri döndüler. Benzer dini eğilimleri olan erkekler için durum şüphesiz çok daha kolaydı. Çünkü din kadar cinsiyet de bir kimlik, bir damgaydı ve yaşamı kolaylaştırıyor ya da zorlaştırıyordu. Kadın cinayetleri bugün de bütün protestolara rağmen sürüyor; eşlerini döven, öldüren erkeklerin büyük kısmı kayda değer bir ceza almadan tahliye olmaya devam ediyor. Keza LGBT bireyler, özellikle oranla yoksul olan, gece çalışan ve seks işçiliği yapanlar, neredeyse sürekli hayati tehlikeyle karşı karşıya. Örnekleri çoğaltmak, çeşitlendirmek mümkün.
Sakatlık-kimlik ilişkisini kurmadan iki noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Öncelikle şu çok önemli geliyor bana: tek bir kimliğimiz yok. Dolayısıyla dini, etnik, kültürel vb. muhtelif aidiyetlerin kesiştikleri bir kavşakta duruyoruz. Örneğin Hrant Dinkin öldürülmesine neden olan ötekiliğinin öncelikle dini mi (Hıristiyan), yoksa etnik mi (Ermeni) olduğunu, hatta Hrant Dinkten bağımsız olarak Ermeniliğin Türkiyedeki algısının öncelikle etnik mi, dini mi olduğunu söylemek kolay değil. Dinkin sosyalist olması ve aslında Ermeniler arasında da bir çeşit yabancılıktan sıyrılamamış olması da ötekiliğini çoğaltır üstelik. İkinci olarak, bu aidiyetler ve onlarla birlikte gelen ayrıcalık veya ayrımcılıklar her durumda aynı şekilde işlemiyor. Örneğin Kürt olduğu için ötekileştirilen bir aile, eşcinsel olduğunu keşfettiği oğlunu öldürmeye kalktığında; etnik yelpazenin dezavantajlı kanadındaki yerini, belki de genel kabul görmüş yargılara tutunarak telafi etmiş mi oluyor? Geleneksel değerlere (erkek olmak) ve dini inançlara (eşcinsellik günahtır) bağlılığını ispatlayarak, -ama bizzat birini öldürmenin günah sayıldığını unutarak- toplum içinde ve kendi gözünde daha iyi bir konuma mı göz dikiyor?
Sakatlık Bir Kimlik mi?
Peki sakatlığı bu saydığımız kimliklerden biri gibi görebilir miyiz? Bu başlık altında özellikle tartışılmasını dilediğim sorulardan biri bu. Sakatlık da aynı Laz olmak, siyah olmak, mülteci olmak, dindar olmak, kadın olmak veya eşcinsel olmak gibi varoluşumuzu belirliyor. Sakat olmak, bunlardan biri olmakla aynı şeydir, demek istemiyorum. Elbette değildir, bu kimliklerin hiçbiri birbiriyle aynı şey değildir zaten. Fakat yaşam koşullarımızı, kim olduğumuzu, kendimizle, yakın ve uzak çevremizle ki yakın ve uzağın ne olduğu bile erişilebilirliğin sorun olduğu sakatlık örneğinde farklı bir gözle ele alınabilir kavramlardır- ilişkilerimizi belirleyen değişkenlerden biri olması itibariyle sakatlık da bir kimlik kategorisi olarak kabul edilebilir. Mi?
Burada ikinci bir soru ortaya atılabilir: Kimlik sonradan başımıza gelebilecek veya seçme şansımızın olduğu bir şey midir? Önemli feminist düşünürlerden biri Kadın doğulmaz, kadın olunur demişti (Simone de Beauvoir, İkinci Cinsiyet). Bunu söylerken, kadınların ezilmesini meydana getiren koşulların tarihsel ve toplumsal olduğunu vurgulamaya çalışır Beauvoir. Yani önemli olan nasıl bir bedenle doğduğumuz değil, o bedenden bir ayrımcılık hikayesi üreten koşullardır: önyargılar, sınırlamalar, şiddet biçimleri. Bu bağlam içinde yasaları da sayabiliriz, gelenekleri de, normları da. Bir deneyim, yaşamın bir yönü olarak sakatlığı da buna benzer süreçlerin bir sonucu gibi düşünebiliriz. Burada da önemli olan nasıl bir bedenle doğduğumuz değildir. Aynı bedenle çok daha kolay bir yaşam sürebilirdik! Binalarımız erişilebilir, işlerimiz bedenlerimize uygun, işverenlerimiz önyargısız olsalardı.
Çok uzatmadan, üçüncü ve son bir soru daha ortaya atarak konuyu toparlamak istiyorum: Toplum nezdinde olumsuz sayılan kimlikleri sahiplenmeli miyiz? Veya nasıl sahiplenebiliriz? Amerika Birleşik Devletlerinde siyahların bir kısmı tarafından ortaya atılan Siyah Güzeldir! sloganı böyle bir örnekti. Özellikle sömürgecilik döneminde ortaya atılan ve siyahların yüz hatlarının ve iskelet yapılarının gelişmemiş ve maymuna yakın olduğu, tenlerinin çirkin bulunduğu şeklindeki görüşlerin tersine çevrilmesini amaçlamıştı. Peki sakatlığı da ayrımcılığa uğramış bir kimlik sayıp benzer şekilde sahiplenebilir miyiz? Yakın zamanda bu forumda tartışmaya açılan konulardan birisi sakat çocuk doğurmak meselesiydi. Kendileri sakat olan birçok kişi bu konudaki tereddütlerini aktardılar.
Öyleyse belki şu konular etrafında tartışmaya başlayabiliriz: Sakatlık bir kimlik midir? Kimlikse nasıl bir kimliktir? Diğer aidiyetlerimizle, örneğin ulusal kimliğimizle, veya cinsiyetimizle, cinsel yönelimimizle birlikte, sakatlığı nasıl düşünebiliriz? Ayrımcılığa uğrayan diğer kimliklerle dayanışabilir miyiz? Ve bütün bunları kimseyi dışarıda bırakmadan, zorlamadan, sıkmadan, yeni ötekiler yaratmadan nasıl yapabiliriz?
Bu, belki de yepyeni bir dünya demek.