Mehmet Ortakaya
Bir şeye karşı mücadele ediyorsak, onun ne olduğu hakkında açık ve net bir görüşe de sahip olmalıyız. O yüzden dilerseniz işe öncelikle ayrımcılık kavramını tanımlayarak başlayalım.
Genel bir tanım şöyledir: Ayrımcılık; bireylere, ait oldukları ya da öyle algılandıkları toplumsal grup temelinde, toplumun genelinden daha kötü yapılan önyargılı ve/veya dışlayıcı davranıştır.[1] Bu tanıma göre örneğin işçilerin % 50sinin kayıt dışı çalıştığı bir ülkede, belli bir etnik ya da mezhepsel gruptan gelenlerin % 90ı kayıt dışı çalıştırılıyorsa, ya da örneğin işsizlik oranının % 10 olduğu bir ülkede sakatların % 70i işsizse, orada bu toplum kesimleri aleyhine ayrımcılık yapıldığı açıktır.
Sakatlara yönelik ayrımcılığa geçersek:
Birleşmiş Milletler Engelli Kişilerin Haklarına İlişkin Uluslararası Sözleşmenin Tanımlar başlıklı 2. maddesinde şöyle yazar: Engelliliğe dayalı ayrımcılık siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, medeni veya başka herhangi bir alandaki tüm insan hak ve temel özgürlüklerinin diğerleri ile eşit bir şekilde kullanılması veya bunlardan yararlanılması imkanını ortadan kaldıran veya bunu engelleyen her türlü ayrımın, dışlamanın veya kısıtlamanın engelliliğe dayalı olarak yapılmasıdır.
Daha özelleşmiş ve sınırlı bir tanımı 5237 Sayılı Türk Ceza Kanununun Ayrımcılık başlıklı 122. maddesinde buluruz. Buna göre; 1) kişiler arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, özürlülük, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım yaparak; a) Bir taşınır veya taşınmaz malın satılmasını, devrini veya bir hizmetin icrasını veya hizmetten yararlanılmasını engelleyen veya kişinin işe alınmasını veya alınmamasını yukarıda sayılan hâllerden birine bağlayan, b) Besin maddelerini vermeyen veya kamuya arz edilmiş bir hizmeti yapmayı reddeden, c) Kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını engelleyen, kimse hakkında altı aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası verilir.
Okuyucunun sabrına sığınarak alt alta sıraladığım bu ansiklopedik ve hukuksal tanımlardan, ayrımcılığa karşı mücadele için çıkarılması gereken önemli bir sonuç vardır: Genel olarak ayrımcılık ve özel olarak da sakatlara yönelik ayrımcılık hukuka aykırı, hatta bazı durumlarda suçtur. . Öyle olunca da ayrımcılık yapan kişi ya da merci hiçbir zaman ben ayrımcılık yapıyorum demez. Onun yerine, sakatlar söz konusu olduğunda, kişinin falanca işin ya da filanca sorumluluğun üstesinden gelmede, sakatlığı yüzünden yetersiz kaldığı/kalacağı, bu nedenle kendisine farklı davranıldığı ileri sürülür. Sakatlara yönelik ayrımcılık neredeyse istisnasız biçimde bu savunma şemasının eşliğinde yapılıp haklılaştırılır. Bu nedenle sakatların sakatlıkları gerekçe gösterilerek maruz kaldıkları eşitsizlik yaratan uygulamalar karşısında, kural olarak ayrımcılık yapıldığı kabul edilmeli ve ilgili kişi ya da merciden bu kabulü (karineyi) çürütecek güçlü gerekçeler ve somut kanıtlar sunması istenmelidir.
Fakat Türkiyedeki uygulama bunun tam tersi yöndedir. Teslime Tablacı davası gibi birkaç ayrıksı durum bir yana bırakılırsa uygulama, sakat kişinin sakatlığı yüzünden karşılaştığı eşitsizliklerin makul ve meşru görülmesi yönündedir. Emine Ortakaya/İzmir Valiliği davasında olduğu gibi, yargı organları ayrımcılığa uğrayan sakat bireyin fiziksel mekana ya da işin koşullarına uyumu için gereken önlemlerin alınıp alınmadığına bakmaksızın, soyut yetersizlik iddiasını başkaca bir delil incelemesi yapmadan kabul edebilmektedir. Sakatlara yönelik ayrımcılık karşısında uluslararası ve ulusal hukuk düzeylerinde kabul edilen düzenlemeler, belli ki basılı oldukları kağıtlardan ya da sanal ortamlardan çıkıp gerçek yaşamın içerisine nüfuz etmenin uzağındadır.
Niçin böyledir peki? Apaçık yasal düzenlemelerin bile üstesinden gelemediği, toplumun hemen her kesiminden insanların üzerinde sessizce anlaşıp yaşamın her alanında uyguladığı bu ayrımcılık olgusunun temelinde yatan nedir?
Toplumun yaygın estetik yargılarınca kabul görmemekten tutun da, egemen kültürün tarih öncesine kadar uzanan köklerine kadar, hepsinde de ciddi haklılık payı olan pek çok açıklama yapılabilir. Üzerinde pek durulmayan konu ise, çalışma etkinliği ya da kavramı ile sakatlık olgusu ve buna bağlı ayrımcılık arasındaki ilişkidir.
İlerleyebilmek için bir soru daha soralım: Sakatlık yaşam deneyimi açısından ne anlama gelir? Bu soruya da farklı yanıtlar verilebilir; benim öncelikli yanıtımsa, sakat olmanın yaşamak için, daha fazla çalışmak anlamına geldiğidir.
Kendi sakatlık grubumdan, körler alanından, sıkça başvurduğum bir örneği vererek meramımı anlatmaya çalışayım: Gören biri bir masanın üzerindeki bardağı ararken şöyle bir bakar, elini uzatır ve alır onu; görmeyeninse masayı didik didik ve çok dikkatli biçimde eleriyle araştırması gerekir. Dikkatli olunmalıdır; çünkü uygunsuz bir dokunuş, aranan bardağın devrilmesiyle sonuçlanabilir. Gören birinin birkaç saniyede yaptığı bir işi görmeyen bir insan belki bir dakikasını harcayarak yapmış olur. Gösterilen çabanın ve geçirilen zamanın toplamı olarak görmeyen insanın çalışmasındaki fazlalık açıktır. Çok daha çarpıcı örnekler bütün sakatlık gruplarından verilebilir; ancak uzatmamak için bu kadarı yeterlidir.
Ne ki sakat bireyin kişisel çabası da yetmez, bunun yanında mutlaka belli bir toplumsal emeğin, emek ürününün ve destekleyici, dayanışmacı ilişkilerin de bu çabaya eklenmesi gerekir. Örneğin yürüme sorunu olmayan biri için bir çift ayakkabı yeterlidir, yürüyemeyen biri içinse tekerlekli sandalye gerekir; gören birinin gardırobundaki tişörtün rengini görebilmesi için bir tutam gün ya da ampul ışığı yeterlidir, görmeyeninse bir renk okura ya da gören birinin görsel desteğine gereksinimi vardır.
Böyledir: çünkü; insanların büyük çoğunluğu sakat değildir ve dünya onlara göre düzenlenmiştir. Sakatlarsa en kalabalık oldukları yerde bile azınlıktadır. Üstelik, çeşitli sakatlık türlerine ve derecelerine göre, somut gereksinmeleri hayli farklılaşmış heterojen bir azınlıktır bu. Öyle olunca da, farklı yeti yitimlerinin yol açtığı kayıpları gidermek için, farklı teknolojik donanımların edinilmesi gerekir. Teknolojiye erişimin olamadığı yerde; canlı insan dayanışması ve ilişkisi devreye girmelidir. (Demin verdiğim renk okur ya da onun olmadığı yerde gören birinin görsel yardımı örneğinde olduğu gibi.)
İçinde yaşadığımız toplumun sosyoekonomik düzeni kapitalizmdir. Topraktan suya, emekten umuda, sağlıktan sevgiye aklınıza ne gelirse her şeyin metalaştığı, yani paraya çevrilebildiği ve para karşılığı olduğu bir düzendir bu. Öyle olduğu için çalışmanın ilkesi de bireysel çıkar ve onun ölçüsü olan paradır doğal olarak. Kimi açlıktan ölmemek için emeğiyle çalışır, kimi hesapsız servetlerin ve kârların sahibi olmak için başkalarını çalıştırır. Ancak birileriyle ya da birileri için bir şeyler yapma anlamında, yani en geniş anlamıyla çalışma, her durumda kişisel yararın ölçüsü ve koşulu olan para içindir.
Sakatlara yönelik ayrımcılığın maddi temeli ya da ekonomi politiği tam da bu aşamada belirir. Çünkü sakatlarla birlikte veya onlar için çalışmak kazandırmaz ya da en azından yeterince kazandırmaz. Özel sektör işvereni açısından; piyasalar kalifiye, ucuz ve bol sağlam emeğiyle dolup taşarken, görece daha pahalı ve buna karşılık kullanım alanı görece daha sınırlı sakat emeğini tercih etmek için bir sebep yoktur. İşin içinde özel sektörün vitrin güzelliği saplantısı da vardır kuşkusuz; ama sonuçta o da müşteri memnuniyeti anlayışıyla ilgilidir. Rahatına düşkün, ürkek ve tutucu bürokratın gözünde, gayet alışık olduğu normal personelin dışında, beraberinde yeni uygulamaları da getirmesi gereken sakat personel istihdamı karşılığı ödenmeyen fazla mesai ve dolayısıyla bir angaryadır..
Kişisel çıkar ilkesinin üzerinde yükselen bu ruhsal ve zihinsel biçimlenişin ekonomi dışı insan ilişkilerini de peşinden sürüklediği görülmektedir. Kendi yavrusunu yeryüzündeki diğer tüm çocuklardan daha çok önemseyen ve sevgisini sunarken aynı zamanda eşsiz bencillik örnekleri de sergileyen öğrenci velisinin, yeni atanmış sakat öğretmene şans tanımak için bir sebebi yoktur. Aynı veli, çocuğunun sınıfında düzen değişikliğine yol açıp başarısızlık tehlikesi yarattığından korktuğu sakat öğrenciyi de istemeyecektir. Aşkı, sevgiyi, sevgili için emek harcamaktan çok, bireysel gereksinimlerin doyurulması olarak gören gencin, sakat bir sevgili ve hele de eş adayının peşinden koşması olacak iş değildir. Apartmanlarının ortak kullanım alanlarında tadilat yaptırarak huzurlarını kaçıracağından korktukları ortopedik özürlü komşularını, pek de güler yüzle karşılamayan kat malikleri için de aynı durum geçerlidir.
Toparlayarak özetleyelim: Sakatlara yönelik ayrımcılığın temelinde; gereksinilen toplumsal destek ve dayanışma ile, bu desteğin ve dayanışmanın içini boşaltan kişisel çıkar ve kazanç güdüsü arasındaki çelişki yatmaktadır. Bu çelişkinin, sakatlar tarafından yeterli ödeme yapılarak çözülmesi olanaksızdır; çünkü sakatların büyük çoğunluğunun ödeme gücü yoktur. Devlet ödesin, yani sübvanse etsin demenin de sınırları vardır. Yığınla insanın piyasaların insafına terk edildiği ve gündelik yaşamda insanın, insanın kurduna dönüştüğü bir toplumda sakatlara niçin farklı davranılması gerektiğini açıklamak kolay değildir.
Öyleyse ayrımcılığın kökünün kazınmasının önkoşulu, çalışmanın ve genel olarak tüm insani etkinliğin temelinde yatan kişisel çıkar güdüsünün, bireysel yeteneklerin geliştirilmesi ve toplumun ortak iyisinin gerçekleştirilmesi amacı ile değiştirilmesidir. Bu doğrultuda yeni bir toplumsal ahlak oluşmadıkça ve onun temsilcisi yeni insan etkinlik kazanmadıkça, bir değil milyon yasa da çıksa fark etmez. Belki ayrımcılık belli oranlarda azalır, en kaba saba örnekleriyle ortadan kalkabilir; ancak daha incelikli ve sinsi biçimleriyle sürüp gider. Gelişmiş Batılı ülkelerde yaşanan da budur.
Ne var ki egemen sosyoekonomik ilişkiler geçerli olduğu sürece böylesi bir değişim gerçekleştirilemeyecektir. Öyleyse yazımızın başlığındaki soruya cesaretle ve açıklıkla yanıt verebiliriz: Sakatlara yönelik ayrımcılıkla mücadeleye damgasını vuran ilke anti kapitalizm yönelimi olmalıdır.
Bu anti kapitalizm yöneliminin içeriği, mücadele yöntem ve araçları, somut siyasal hedefleri hem yazımızın hem de tartışmamızın konusu dışındadır ve öyle de kalmalıdır. Önemli olan, sakatların zihinlerinde, sorunlarının piyasanın mantığı ve koşulları içerisinde kalınarak çözülemeyeceğine ilişkin genel bir kanının belirmesidir. Daha fazlası siyasal düşüncelerin ve mücadelelerin işidir. Demokratik ve kitlesel bir sakat hakları mücadelesinin görevi ise, içerisindeki bu düşünsel ve siyasal farklılıkları, ayrışmaların ve çatışmaların sebebi olmaktan çıkartıp, ortaklaşmaların ve kendi zenginliğinin konusu durumuna getirmektir.
Bir şeye karşı mücadele ediyorsak, onun ne olduğu hakkında açık ve net bir görüşe de sahip olmalıyız. O yüzden dilerseniz işe öncelikle ayrımcılık kavramını tanımlayarak başlayalım.
Genel bir tanım şöyledir: Ayrımcılık; bireylere, ait oldukları ya da öyle algılandıkları toplumsal grup temelinde, toplumun genelinden daha kötü yapılan önyargılı ve/veya dışlayıcı davranıştır.[1] Bu tanıma göre örneğin işçilerin % 50sinin kayıt dışı çalıştığı bir ülkede, belli bir etnik ya da mezhepsel gruptan gelenlerin % 90ı kayıt dışı çalıştırılıyorsa, ya da örneğin işsizlik oranının % 10 olduğu bir ülkede sakatların % 70i işsizse, orada bu toplum kesimleri aleyhine ayrımcılık yapıldığı açıktır.
Sakatlara yönelik ayrımcılığa geçersek:
Birleşmiş Milletler Engelli Kişilerin Haklarına İlişkin Uluslararası Sözleşmenin Tanımlar başlıklı 2. maddesinde şöyle yazar: Engelliliğe dayalı ayrımcılık siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, medeni veya başka herhangi bir alandaki tüm insan hak ve temel özgürlüklerinin diğerleri ile eşit bir şekilde kullanılması veya bunlardan yararlanılması imkanını ortadan kaldıran veya bunu engelleyen her türlü ayrımın, dışlamanın veya kısıtlamanın engelliliğe dayalı olarak yapılmasıdır.
Daha özelleşmiş ve sınırlı bir tanımı 5237 Sayılı Türk Ceza Kanununun Ayrımcılık başlıklı 122. maddesinde buluruz. Buna göre; 1) kişiler arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, özürlülük, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım yaparak; a) Bir taşınır veya taşınmaz malın satılmasını, devrini veya bir hizmetin icrasını veya hizmetten yararlanılmasını engelleyen veya kişinin işe alınmasını veya alınmamasını yukarıda sayılan hâllerden birine bağlayan, b) Besin maddelerini vermeyen veya kamuya arz edilmiş bir hizmeti yapmayı reddeden, c) Kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını engelleyen, kimse hakkında altı aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası verilir.
Okuyucunun sabrına sığınarak alt alta sıraladığım bu ansiklopedik ve hukuksal tanımlardan, ayrımcılığa karşı mücadele için çıkarılması gereken önemli bir sonuç vardır: Genel olarak ayrımcılık ve özel olarak da sakatlara yönelik ayrımcılık hukuka aykırı, hatta bazı durumlarda suçtur. . Öyle olunca da ayrımcılık yapan kişi ya da merci hiçbir zaman ben ayrımcılık yapıyorum demez. Onun yerine, sakatlar söz konusu olduğunda, kişinin falanca işin ya da filanca sorumluluğun üstesinden gelmede, sakatlığı yüzünden yetersiz kaldığı/kalacağı, bu nedenle kendisine farklı davranıldığı ileri sürülür. Sakatlara yönelik ayrımcılık neredeyse istisnasız biçimde bu savunma şemasının eşliğinde yapılıp haklılaştırılır. Bu nedenle sakatların sakatlıkları gerekçe gösterilerek maruz kaldıkları eşitsizlik yaratan uygulamalar karşısında, kural olarak ayrımcılık yapıldığı kabul edilmeli ve ilgili kişi ya da merciden bu kabulü (karineyi) çürütecek güçlü gerekçeler ve somut kanıtlar sunması istenmelidir.
Fakat Türkiyedeki uygulama bunun tam tersi yöndedir. Teslime Tablacı davası gibi birkaç ayrıksı durum bir yana bırakılırsa uygulama, sakat kişinin sakatlığı yüzünden karşılaştığı eşitsizliklerin makul ve meşru görülmesi yönündedir. Emine Ortakaya/İzmir Valiliği davasında olduğu gibi, yargı organları ayrımcılığa uğrayan sakat bireyin fiziksel mekana ya da işin koşullarına uyumu için gereken önlemlerin alınıp alınmadığına bakmaksızın, soyut yetersizlik iddiasını başkaca bir delil incelemesi yapmadan kabul edebilmektedir. Sakatlara yönelik ayrımcılık karşısında uluslararası ve ulusal hukuk düzeylerinde kabul edilen düzenlemeler, belli ki basılı oldukları kağıtlardan ya da sanal ortamlardan çıkıp gerçek yaşamın içerisine nüfuz etmenin uzağındadır.
Niçin böyledir peki? Apaçık yasal düzenlemelerin bile üstesinden gelemediği, toplumun hemen her kesiminden insanların üzerinde sessizce anlaşıp yaşamın her alanında uyguladığı bu ayrımcılık olgusunun temelinde yatan nedir?
Toplumun yaygın estetik yargılarınca kabul görmemekten tutun da, egemen kültürün tarih öncesine kadar uzanan köklerine kadar, hepsinde de ciddi haklılık payı olan pek çok açıklama yapılabilir. Üzerinde pek durulmayan konu ise, çalışma etkinliği ya da kavramı ile sakatlık olgusu ve buna bağlı ayrımcılık arasındaki ilişkidir.
İlerleyebilmek için bir soru daha soralım: Sakatlık yaşam deneyimi açısından ne anlama gelir? Bu soruya da farklı yanıtlar verilebilir; benim öncelikli yanıtımsa, sakat olmanın yaşamak için, daha fazla çalışmak anlamına geldiğidir.
Kendi sakatlık grubumdan, körler alanından, sıkça başvurduğum bir örneği vererek meramımı anlatmaya çalışayım: Gören biri bir masanın üzerindeki bardağı ararken şöyle bir bakar, elini uzatır ve alır onu; görmeyeninse masayı didik didik ve çok dikkatli biçimde eleriyle araştırması gerekir. Dikkatli olunmalıdır; çünkü uygunsuz bir dokunuş, aranan bardağın devrilmesiyle sonuçlanabilir. Gören birinin birkaç saniyede yaptığı bir işi görmeyen bir insan belki bir dakikasını harcayarak yapmış olur. Gösterilen çabanın ve geçirilen zamanın toplamı olarak görmeyen insanın çalışmasındaki fazlalık açıktır. Çok daha çarpıcı örnekler bütün sakatlık gruplarından verilebilir; ancak uzatmamak için bu kadarı yeterlidir.
Ne ki sakat bireyin kişisel çabası da yetmez, bunun yanında mutlaka belli bir toplumsal emeğin, emek ürününün ve destekleyici, dayanışmacı ilişkilerin de bu çabaya eklenmesi gerekir. Örneğin yürüme sorunu olmayan biri için bir çift ayakkabı yeterlidir, yürüyemeyen biri içinse tekerlekli sandalye gerekir; gören birinin gardırobundaki tişörtün rengini görebilmesi için bir tutam gün ya da ampul ışığı yeterlidir, görmeyeninse bir renk okura ya da gören birinin görsel desteğine gereksinimi vardır.
Böyledir: çünkü; insanların büyük çoğunluğu sakat değildir ve dünya onlara göre düzenlenmiştir. Sakatlarsa en kalabalık oldukları yerde bile azınlıktadır. Üstelik, çeşitli sakatlık türlerine ve derecelerine göre, somut gereksinmeleri hayli farklılaşmış heterojen bir azınlıktır bu. Öyle olunca da, farklı yeti yitimlerinin yol açtığı kayıpları gidermek için, farklı teknolojik donanımların edinilmesi gerekir. Teknolojiye erişimin olamadığı yerde; canlı insan dayanışması ve ilişkisi devreye girmelidir. (Demin verdiğim renk okur ya da onun olmadığı yerde gören birinin görsel yardımı örneğinde olduğu gibi.)
İçinde yaşadığımız toplumun sosyoekonomik düzeni kapitalizmdir. Topraktan suya, emekten umuda, sağlıktan sevgiye aklınıza ne gelirse her şeyin metalaştığı, yani paraya çevrilebildiği ve para karşılığı olduğu bir düzendir bu. Öyle olduğu için çalışmanın ilkesi de bireysel çıkar ve onun ölçüsü olan paradır doğal olarak. Kimi açlıktan ölmemek için emeğiyle çalışır, kimi hesapsız servetlerin ve kârların sahibi olmak için başkalarını çalıştırır. Ancak birileriyle ya da birileri için bir şeyler yapma anlamında, yani en geniş anlamıyla çalışma, her durumda kişisel yararın ölçüsü ve koşulu olan para içindir.
Sakatlara yönelik ayrımcılığın maddi temeli ya da ekonomi politiği tam da bu aşamada belirir. Çünkü sakatlarla birlikte veya onlar için çalışmak kazandırmaz ya da en azından yeterince kazandırmaz. Özel sektör işvereni açısından; piyasalar kalifiye, ucuz ve bol sağlam emeğiyle dolup taşarken, görece daha pahalı ve buna karşılık kullanım alanı görece daha sınırlı sakat emeğini tercih etmek için bir sebep yoktur. İşin içinde özel sektörün vitrin güzelliği saplantısı da vardır kuşkusuz; ama sonuçta o da müşteri memnuniyeti anlayışıyla ilgilidir. Rahatına düşkün, ürkek ve tutucu bürokratın gözünde, gayet alışık olduğu normal personelin dışında, beraberinde yeni uygulamaları da getirmesi gereken sakat personel istihdamı karşılığı ödenmeyen fazla mesai ve dolayısıyla bir angaryadır..
Kişisel çıkar ilkesinin üzerinde yükselen bu ruhsal ve zihinsel biçimlenişin ekonomi dışı insan ilişkilerini de peşinden sürüklediği görülmektedir. Kendi yavrusunu yeryüzündeki diğer tüm çocuklardan daha çok önemseyen ve sevgisini sunarken aynı zamanda eşsiz bencillik örnekleri de sergileyen öğrenci velisinin, yeni atanmış sakat öğretmene şans tanımak için bir sebebi yoktur. Aynı veli, çocuğunun sınıfında düzen değişikliğine yol açıp başarısızlık tehlikesi yarattığından korktuğu sakat öğrenciyi de istemeyecektir. Aşkı, sevgiyi, sevgili için emek harcamaktan çok, bireysel gereksinimlerin doyurulması olarak gören gencin, sakat bir sevgili ve hele de eş adayının peşinden koşması olacak iş değildir. Apartmanlarının ortak kullanım alanlarında tadilat yaptırarak huzurlarını kaçıracağından korktukları ortopedik özürlü komşularını, pek de güler yüzle karşılamayan kat malikleri için de aynı durum geçerlidir.
Toparlayarak özetleyelim: Sakatlara yönelik ayrımcılığın temelinde; gereksinilen toplumsal destek ve dayanışma ile, bu desteğin ve dayanışmanın içini boşaltan kişisel çıkar ve kazanç güdüsü arasındaki çelişki yatmaktadır. Bu çelişkinin, sakatlar tarafından yeterli ödeme yapılarak çözülmesi olanaksızdır; çünkü sakatların büyük çoğunluğunun ödeme gücü yoktur. Devlet ödesin, yani sübvanse etsin demenin de sınırları vardır. Yığınla insanın piyasaların insafına terk edildiği ve gündelik yaşamda insanın, insanın kurduna dönüştüğü bir toplumda sakatlara niçin farklı davranılması gerektiğini açıklamak kolay değildir.
Öyleyse ayrımcılığın kökünün kazınmasının önkoşulu, çalışmanın ve genel olarak tüm insani etkinliğin temelinde yatan kişisel çıkar güdüsünün, bireysel yeteneklerin geliştirilmesi ve toplumun ortak iyisinin gerçekleştirilmesi amacı ile değiştirilmesidir. Bu doğrultuda yeni bir toplumsal ahlak oluşmadıkça ve onun temsilcisi yeni insan etkinlik kazanmadıkça, bir değil milyon yasa da çıksa fark etmez. Belki ayrımcılık belli oranlarda azalır, en kaba saba örnekleriyle ortadan kalkabilir; ancak daha incelikli ve sinsi biçimleriyle sürüp gider. Gelişmiş Batılı ülkelerde yaşanan da budur.
Ne var ki egemen sosyoekonomik ilişkiler geçerli olduğu sürece böylesi bir değişim gerçekleştirilemeyecektir. Öyleyse yazımızın başlığındaki soruya cesaretle ve açıklıkla yanıt verebiliriz: Sakatlara yönelik ayrımcılıkla mücadeleye damgasını vuran ilke anti kapitalizm yönelimi olmalıdır.
Bu anti kapitalizm yöneliminin içeriği, mücadele yöntem ve araçları, somut siyasal hedefleri hem yazımızın hem de tartışmamızın konusu dışındadır ve öyle de kalmalıdır. Önemli olan, sakatların zihinlerinde, sorunlarının piyasanın mantığı ve koşulları içerisinde kalınarak çözülemeyeceğine ilişkin genel bir kanının belirmesidir. Daha fazlası siyasal düşüncelerin ve mücadelelerin işidir. Demokratik ve kitlesel bir sakat hakları mücadelesinin görevi ise, içerisindeki bu düşünsel ve siyasal farklılıkları, ayrışmaların ve çatışmaların sebebi olmaktan çıkartıp, ortaklaşmaların ve kendi zenginliğinin konusu durumuna getirmektir.