Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Dikkat!!! Tema lisans bilgilerinize erişilemiyor, lütfen www.xenforo.gen.tr yönetimi ile iletişime geçiniz. Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Sakatlanmak üzerine... [Haftanın Konusu]

OturanBoğa

Yönetici
Üyelik
9 Ocak 2003
Konular
678
Mesajlar
58,800
Reaksiyonlar
1,363
[size=6]Sakatlanmak üzerine...[/size]

Bülent Küçükaslan
BİANET / 12 Mayıs 2008

Önceleri özgürce akan bir ırmağın, önünü kapatan bir barajla karşılaşınca akamaması, ancak barajın kapakları açılıp akması olanaklı hale geldiğinde -akabildiği kadar- akması; fakat kapaklar kapatılınca yine durması; belki bulduğu veya yarattığı gediklerden sızması, ama yine de dizginlenmesi, gibi bir şey.
Irmak aynı ırmaktır, kendisini var eden dereler yine aynı derelerdir, içinde yine aynı canlıları barındırır, aynı kaynaktan çıkıp aynı yollardan akarak gelmektedir, ama bir farkla; artık akması kontrolü dışında engellenmiştir. Var olduğundan beri yaptığı üzere yine akar, önüne her engel çıktığında yaptığı gibi yine ona bütün gücüyle çarpar, yine engeli yıkmaya ya da üstünden aşmaya yeltenir; ama artık başaramaz.

İşte, ırmağın barajla yaşadığı bu mücadele gibidir zihnin bedenle yaşadığı gerilim. Irmak akmak ve var olduğundan beri yaptığı/olduğu gibi aşmak ister, ama aşamaz; barajın yanından dolanmayı dener, olmaz; daha çok akıp/dolup bentlerin üstünden geçmeye yeltenir, başaramaz. Çünkü baraj hem çok geniştir hem de çok yüksek... Fakat ırmak bu, dinlemez; bentlere var gücüyle çarpar, çarpar çarpar. Yaptığı her hamle kendi haşmetini büyütür, ama aynı anda o köpüklü asiliğini de azaltır. Zaman geçer... Artık barajın bentlerine bütün gücüyle çarpamaz olur; akıp o barajı doldurmaktan, var olan koşullara uyum sağlamaktan, yeni koşullar yaratmaktan, oraya can vermekten başka bir şey de gelmez elinden.

Barajı dolduran hacmi bir yandan kendiliğinin yok oluşunun kederli habercisidir artık, bir yandan da yeniden doğan benliğinin muştulayıcısı. Akamaz olmaya önce şaşıran, sonra kızan, sonra küsen ırmak, bir süre sonra akmanın mutlak şart olmadığını ve akmayarak yaşamanın mümkün olabildiğini görüp, durulur; durulur ve yeniden doğar...

Yeniden doğarsınız. Can Yücel’in, Hayatı Tersten Yaşamak’taki doğumu gibi: “Cami'de uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içersinde, herkes karsınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette. Tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak. Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar, torunlar hepsi hazır. Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.”

Ve yaşıyorsunuz...

***
“Nitekim sonunda bir aşkınlık, en azından kederli bir aydınlanma, mizahi bir bilinç anı var,” der Nurdan Gürbilek (Kör Ayna, Kayıp Şark içinde), Leyla Erbil’in Cüce adlı romanıyla ilgili olarak ve sözü Leyla Erbil’e bırakır:

  • “Daha da tepelere çıkmayı düşündüm bir ara [,...] göstermek üzere marifetlerimi ama bence daha da tepe diye bir şey yoktu anladım; ben çıkmak istedikçe, tüm tepelere egemen olduğunu sanan ve marifetlerimle alay eden yalancı tepeler vardı ve tek başına sonsuzluğa doğru alabildiğine yükselmenin acıklı ve aşağılayıcı anlamıyla karşılaştım orada, çünkü gökyüzü de yeryüzü de ayaklarımızın altındaydı [.]”
Önceleri, “Sakatlanmak nasıl bir şey?” diye sorduklarında, “alışıyor insan” diyordum. Ama sonra bu “alışıyor insan” sözünün aslında söylemek istemediğim şeyleri de içinde barındırdığını; daha doğrusu, sakatlık konusunda varolan (yenilgiyi çaresizce kabulleniş, “tam” olamamanın verdiği eksiklik duygusu, hüzün, kompleks, kırılganlık, bu duyguları kanıksamanın yol açtığı uyuşmuşluk hali vb.) ön-kabuller malumken, “alışıyor insan” demenin sorunlu olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü evet, insan alışıyor tabii; alışıyor ama, alışmakla bir yenilmişlik, bir eksiklik, bir uyuşmuşluk halinin o kâbus gibi üzerine çöküşü arasında kaçınılmaz bir bağ olması da gerekmiyor. Yani alışıyorsun sandalyede oturmaya, tek gözünle görmeye, tek kolunla iş yapmaya, tek bacağınla yürümeye, evet; ama bu sende bir yenilmişlik hissi yaratmıyor. Anlıyorsun ki yaşam bir yarış ya da bir müsabaka, “tam”lık olduğun halden bir gıdım fazlası ve toplumsal kurgular da mutlak doğrular değil. Herkes gibi, şu anda, olduğun halinle, yapmak istediklerinle, duygularınla varsın. “Gökyüzü de yeryüzü de ayaklarının altında” ve yaşıyorsun...
 
Çok güzel bir yazı olmuş.
Tebrik ederim.
 
''Herkes gibi, şu anda, olduğun halinle, yapmak istediklerinle, duygularınla varsın. “Gökyüzü de yeryüzü de ayaklarının altında” ve yaşıyorsun...''

Eveeeet işde budur.
 
Kardeşim metaforik anlatım tek kelimeyle destansı olmuş.

Herhalde büyük bir çoğunluğu tam gençliğin başlangıcında sonradan sakatlanan bizleri anlatmak için ırmak kadar çarpıcı bir başka benzetmeyle bu denli vurgulanamazdı anlatmak istediğin.

Yaşamı ben de bir yarış olarak görüyorum, eksik ya da bir fazla hiç fark etmiyor aslında; ahengi bozulmuş bizler yaşıyoruz..
 
Ne kadar akıcı,akılda kalıcı bir yazı bu Sevgili Bülent...

Benim için de sakatlanmak, bendini aşa aşa akan bir nehrin havuza mahkum olması gibidir.

Düşüncelerim şimdilik bu kadar.Takipteyim... :wink:
 
İki yılı aşkın bir zamandır bu sitedeyim bu yazıyı okuduktan sonra şunu çok rahatlıkla söylebilirimki O.Boğanın şimdiye kadar yazdığı yazıların içindeki en beğenerek okuduğum en gercekci (gercekci diyorum bazen çok romantik olabiliyor kendisi:) )ve sürekliyiçi yazıydı yüreğine sağlık kardeşim kaleminden her daim aha böle kan aksın :)))
 
harika bi yazı. iki kez okudum. şaştım dogrusu. eline saglık..
zaten ben bi senin yazılarını okuyom birde birde denk gelirse zekeriya beyazın :) :)
süpersin sayın oturan boga..
 
İNADINA YAŞAMAK

İNADINA YAŞAMAK
SANA SESLENİYORUM SANA,DAHA SERT ADIMLARLA
BİR UMUT ÇIĞLIĞINDA YIRTILACAK YOLLAR,
GÜN YÜZÜNE DÜŞEN ŞAFAĞIN.
YORGUN KOKUSUNDA VE ÇOCUKLARIN YIRTIK PABUÇLARINDA,
İNADINA DOĞACAK.İNADINA BÜYÜYECEKSİN.
KORKU GECELERİ BESLENMEMELİ.
KÖMÜRSOBALARININ YALANCI SICAKLIĞINDA
KALK VE UYAN.SIĞINTI DUVARLARIN ÖRTTÜĞÜ
SEFİLLİK SIĞINAĞINDAN.
BİR MERMİ KARANLIĞINDA PES ETMEDEN
İNADINA YÜRÜYECEK.İNADINA KOŞACAKSIN.
SANA SESLENİYORUM SANA,İŞİKİN DAMARLI,NASIRLI KREM KOKULU,
NARİN MİNİK.ÜRKEK ELLERDE.
MAVİ ELBİSESİNİ GİYECEK GÜLEN GÖZLERDE DOĞACAK YARINLAR
YEDİ İKLİM GEÇİŞİNDE.ÇAYIRLAR SELAM DURACAK
BOZKIRIN ASİ RÜZGARINA.
KUŞLAR EN GÜZEL ŞARKILARINI SÖYLEYECEK
ÖZGÜRCE KANAT ÇIRPTIĞI GÖKYÜZÜNE
BİR DAĞ ÇİÇEĞİNİN KAR ALTINDAN GÜNEŞE GÖZKIRPMASINDA,
UYANIŞA TANIKLIK EDECEKSİN.İŞTE BU YÜZDEN TOPRAĞINDAN SİLKİNİP


İNADINA AÇACAK ,İNADINA YAŞAYACAKSIN.....
 
Yalnız Değiliz...

Sanat öyle simgelerle sunar ki anlatacağını; Oradaki simgeye herkes kendinde olanı koyar ve tıpa tıp uyuncada bağırır...
''Ahhhha bu..Bende bunu düşünüyordum da, ifade edemiyordum'' der hekes..Eline sağlık Bülent..Ben biraz ileriye taşımak
istiyorum konuyu.. Umarım geriye taşımam..Bazen korkarım çünkü pişmiş aşa su katmaktan.)

Bu ''bendimi aşar/ım'' aslında ortak duygudur insanlarda..Herkes aşılamayacağını bilir de yinede İsyan eder..
Bendini aşmak, kükremek, sığmamak, hep bu anlatılır ''kutsalmış'' gibi.. Bu bentler aslında o kadar çok değişkendir ki...
Hayatım da sıkışıp kaldığım bentleri çok kısaca anlatayım...

-Çocukluktan kurtulup toplumun bana ''sakat'' olduğumu hissettirdiği ilk bent'te yıllarca kulaç attım..
-İlk aşkım, kara sevdam delirtti beni senelerce..
-12 Eylül yenilgisi en derin bent oldu bana..Asla çıkamadığım, çıkmayı bile hayal etmeyi bıraktığım..

Dedim ya; İnsanların bentleri o kadar çok ve değişken ki; Kimisi bedensel, kimisi toplumsal, kimisi ekonomik, kimisi duygusal
Bütün ırmakların tek hedefi denize varmaktır oysa..Denize varabilen ırmak kalmayacak bu gidişle..Herkes birbirine kanallarla
bağlanmış küçük bentlerin oluşturduğu dev bir Türkiye barajında debeleniyor...Yalnız değiliz diyorum o yüzden..

Haaaa değermi bu çaba? Köküne kadar, sapına kadar yenilmek; yenilmiş insanların içinde çok da acıtıcı gelmiyor bana artık..
Yenilmiş olmanın dervişçe bir yanı bile var, bazen bunu görüyorum..Nasıl olsa hepimiz yanlış saksının çiçekleriyiz..
Bir toplumun % 80 bir şekilde barajlarda kilit altındaysa, orası bizim denizimiz olmuş be artık..Ayrıntı bizim daha çok
acılı olmamız sa; Eyvallah pirim, diyorum..Saygılar...
 
Genetik (bkz) bir hastalığım olduğu için sağlamlarla ya da sonradan sakatlananlarla empati kurmakta zorlanırım. Aynı şekilde sonradan sakat olanların da kelimenin tam anlamıyla benimle empati kurmasının olanaksızlığını da düşünürüm. Tersini savunanlar şapkama anlatsınlar dertlerini.. :p

Lâkin; sağlam, sonradan ya da doğuştan sakat tüm arkadaşların en az bir (ki bu sayı binlerce de olabilir) ortak paydası var ki buradayız..

Sonradan sakatlarla belki ufak (belki de çok büyük) bir farkımız var.. Senin örneğinden yola çıkarak anlatayım.. Sonradan sakatlananlar önceki yaşamlarında "ırmak"tı ama doğuştan sakat olanlar "dere" bile olamamışlardı. Ama ikisinin önüne de aynı yükseklikte "engeller" çıkıyor, aynı "baraj"ı doldurmaları isteniyor.. Geçen yıl [Haftanın Konusu] İş yaşamında Sakat Statüsü ve ayrımcılık 'ta şöyle demiştim:
Aslında doğuştan engelliler -1'den başlamaya alışkın.. Sonradan engelliler düşünsün..
(Sakın yanlış anlaşılmasın.. Kesinlikle bir ayrımcılık, çekememezlik, kıskançlık yoktur, olamaz!!!... Hepimiz aynı gemideyiz çünkü.. ;) )



Toplumcu öğretiyle yetişmiş olduğumdan; toplum olmadan insanın "birey" olamayacağını, ancak '1-ey' ;) olarak kalabileceğini savunmuşumdur hep. Örneklerim de, karşılaştırmalarım da, tartışmalarım da bu doğrultudadır genellikle.. Kişiselleştirmekten oldum olası kaçınırım.

Ol sebeple, senin 'ırmak' örneğini kişisel değil de toplumsal olarak ele alıyorum. Yani olayın 'psikolojik isyan, bunalım takılma' yanını geçelim, o her insanda olur zaman zaman. (Hele gençlik dönemlerinin olmazsa olmazıdır.. :p )

Ama yine gençliğimizde attığımız bir slogan vardı: "Kurtuluş yok tek başına.. Ya hep beraber, ya hiç birimiz!!" derdik.. Yani tek 'kişi'nin, '1-ey'in 'dere'liği/'ırmak'lığı barajın bendi karşısında 'hiç'tir!! Sadece ve sadece bütün 'dere'lerin/'ırmak'ların "hep beraber" yüklenmesiyle aşılır o engeller.. Tarih başkasını yazmadı şimdiye kadar. ;)
"Yazdı" gibi görünse de; onları da iki yıl önceki "Her Şey Satılık" yazımda anlatmıştım..
 
Engelli bireyin yaşamına hakim olan sorunların bir ırmak ve baraj metaforuyla anlatılmak istenmesi bence olayı tam karşılamıyor.

Zira hiçbir baraj hiçbir nehri tutamaz aslında. Yapılan sadece Nehrin yıkıcı kudretinden faydalanmaktır. İnsan nehri sadece bir süre için tutabilir. Üstelik barajlar nehirleri tutamazlar, sadece biriktirir ve dolma seviyesine gelince akmasını mecburen serbest bırakırlar. Çünkü bilirler ki kapaklar açılmazsa o nehir o barajı yıkar geçer.

Şimdi o barajı yıkma potansiyelini her daim taşıyan ırmakla insan mecburen uzlaşmak zorundadır. Bu uzlaşma mecburiyetini yaratan ırmağın gücüdür.

Hiçbir ırmak hiçbir insan tarafından sanıldığı şekliyle zapturapt altına alınamaz. Dünyanın en büyük barajları bile ırmağın menzili denize ulaşmasını önleyemez.

Oysa engelliler özelinde durum farklıdır. Barajı yapan insanların nehrin doğasına uygun davranma zorunluluğu biz söz konusu olduğumuzda kimsenin umrunda değil.

Bizimle olan ilişkilerde asla kimse bizde varolduğu düşünülen bir devasa kudreti hesaba katmaz. Hiçkimse engellilerin içinde varolduğunu düşündüğü bu kudrete göre eylemez.

Bu nedenle engellilerin hayatını bir ırmak metaforuyla anlatmaktansa ben insanlar tarafından yok edilen bir gölle anlatmayı tercih ederdim.

Tuz gölü...Bir zamanlar binlerce yaşam formuna evsahipliği yapan bu doğa harikası göl artık flamingoların yuvası değil. Çünkü iç anadolunun bu güzelim harikası aşırı kirlenme nedeniyle zehir yuvasına dönmüş durumda. Ayrıca üçte iki oranında kurumuş halde. Bir kaç on yıl sonra çocukluğumuzun Türkiye haritalarının olmazsa olmazı, "en büyük ikinci gölümüz" diye ifadeler olmayacak.

İşte ben olsam kendine içkin bunca güzelliği yaşayamayan, toplum tarafından usulca yok edilen ve bu yok edişe karşı koyabilecek gücü olmayan Tuz Gölünü kendimize daha çok benzetirdim.

Derdim ki ey toplum! ben tuz gölü olarak sana ve tüm diğer yaşam formlarına çok zengin bir yaşam alanı sunuyorum. Benim var olmam yüzmilyonlarca yıla ve inanılması güç tesadüflerin bir araya gelmesine bağlıdır. Bir daha varolabilmem mümkün olmayacak. Bu nedenle her ikimiz için de yaşamam çok iyi olurdu. Ama senin açgözlülüğün, hoyratlığın, cahilliğin ve bencilliğin nedeniyle ben yok oluyorum. Fakat farkında değilsin ki benim yokoluşumla aslında sen de yok oluyorsun. Çünkü insan değerleriyle insandır. Beni yok ettikçe seni sen yapan ve hayata bağlayan tüm damarlarını kesiyorsun. Benim üzerimden farkında olmadan kendini yok ediyorsun.

İşte bence bir metafor kullanılacaksa bu bir nehir değil bir göl olmalı.

Yıllar önce, kaza geçirmemişken daha, hayatımda gördüğüm en güzel yerlerden biri de bu metafora uygun bir can çekişme yaşıyor.

Konya nın Beyşehir ilçesi Beyşehir gölünün kenarına kuruludur. İnanılmaz şirin bir küçük ilçedir burası. Göl, içinde o zamanlar sayısı 27 olan irili ufaklı adalarla süslenmişti. Gölün kenarındaki selvi ağaçlarının altına oturup hemen güneşin batma istikametinde yükselen Amanos dağlarına bakardım. O dağlar ki batan güneşin kızıl tonlarını göl üzerine yansıtır insanda büyülü bir etki bırakırdı.

Ben bir atın yeleleri gibi esen rüzgarla dalgalanan selvi ağaçlarının dalları altında bu güzelliğe bakınca şiir yazma hissiyle dolar taşardım. Bir kaç gün sonra oradan ayrılacağımı bilmenin hüznünü yaşardım.

Bu güzel ilçede kaldığım bir hafta içinde bir gün gölde yüzmeye karar verdim. Güzelim çimleriyle oluşmuş sahilden göle girdim. Bir an gözüm ilerdeki adalara takıldı. O doğa harikası adalara gidecek vaktim yoktu hemen arkamdan geçen sanırım beş kişilik bir genc grubuna "bu gölde kaç ada var arkadaşlar" diye sordum. Beyşehirliydiler ve hiçbiri bu sorunun cevabını bilmiyordu.

İşte trajik olan da buydu aslında. En büyük hazinelerimize karşı olan bu kahredici duyarsızlığımız. Elin amerikalısı gelip bizim köylerimizdeki mağaralara girer de biz bir merak edip o mağaralara girmeyiz. Aynı o göldeki ada sayısına karşı olan umarsızlığımız gibi engellilere karşı da aynı derecede ilgisiziz.

Geçtiğimiz günlerde bir gazete haberinde okudum. Beni,m güzelliğiyle deliye döndüğüm Beyşehir gölü kuruyormuş. Artık su iyice azaldığı için o adalarda karayla birleşip yok olmaya başlamış. Adaların sayısı artık üç beşe düşmüş. Resmen ağlama hissiyle doldum. Aşırı sulamanın kahrettiği bu göldeki endemik balık türlerini düşündüm. Sadece o gölde yaşamasına rağmen başka balık türleri atıldığı için bu balıklar tarafından yenilerek yok olma eşiğine gelmiş o canlılar gibi göl de insanların hoyratlığı karşısında son nefesini veriyor.

O göl ve o balık türleri kimbilir kaç yüz milyon yılda oluşmuştu oysa. Bizler o gölü bir kaç on yılda yok ettik.

Bir göl bir kez kurudumu ölür dostlar. Çünkü gölün zemininde ordaki ekolojik dengeyi sağlayan tüm hayat yok olur. Bir daha dolsa b ile kuruyan bir göl beyin ölümü gerçekleşmiş bir canlı beden gibidir.

İşte biz engelliler de bence bu göllerdeki kaderleri yaşıyoruz. İçimizde taşıdığımız ve insana has tüm güzelliklere rağmen toplum bizi yok saymakta ısrarlı. Kalabalıklar arasında kimsesiz ve önemsiz sayılıyoruz.

Beyşehir ve Tuz gölleri barajları aşarak, taşarak intikam alabilme potansiyeli taşımıyorlar. Tıpkı engellilerin sahip olamadıkları güç nedeniyle çaresizce kendilerini kahreden yok sayış karşısında çaresiz kalmaları gibi...

Bence engelliler bir barajla tutulmasına rağmen o barajı yıkma gücüne sahip bir ırmak değil sadece yok oldukça kendisini yok edenlerin de yok olmasına neden olacak göldürler...
 
Ben aslında bu konuda biraz daha şanslıyım. Hem doğuştan özürlüyüm hem de sonradan sakat kaldım. Bu anlamda 2 duyguyu da yaşadğım için şanslı görüyorum kendimi...

Gelelim yazının pazartez içi kısmında geçen "tam" olgusna...
Biraz felsefe yapayım: "Tam"
Neye göre? Kime göre?

Bu anlamda kimse tam olmayabilir. Değildir. Kimi şişmanım diye yakınırken kimisi de zayıfım diyecektir. Bazıları uzun boylu olmayı istemez, bazıları da kısa, saece fiziksel özellikler için geçerli değildir bunlar, örnekler çoğaltılabilir...

İnsan kendini tam hissettiğinde tamdır. Beni "ben" yapan tüm özellikler tam olmamı sağlar. Ben, sol kolumu kullanmamamla tamımdır, kendime has yürüyüşümle, karakterimle, düşüncelerimle, (vs.)

Peki, ben kime göre tamım? Önce kendime göre tamım, bunu hissettirdiğim aileme göre, arkadaşlarıma göre, çevreme göre, kız arkadaşıma göre tamım.

Tesadüfen geçtiğim bir semtten sigara almak için uğradığım bir bakkal için tam değilim, kısa bir otobüs yolculuğunda yanına oturduğum kişi için, tamircim için, berberim için, (vs) tam değilim. Çünkü buradaki iletişimde ölçüt sadece görselliktir. Farkındaysanız bu iletişimlerde iletişimde tam değildir...
 
Irmak engellensede eskisi gibi çağlayamasada yinede bu yaşamda yeri oluyor ve
hayata geçirdiği yaşamlar sunuyor.
 
Ben hep sakatlığın bizzat kendisinin başlı başına bir sorun olduğunu düşünmüşümdür evet cevre toplum önümüze sürekli bir takım engeller çıkarıyor çıkarıyor ama bu engellerin hepsi sihirli bir el tarafından ortadan kalksa bizim sorunlarımızda ortadan kalkacak mı? Bir koşu duş alıp sokağa atabilecek miyiz kendimizi? Her kez gibi tuvalet ihtiyaçlarımızı birkaç dakika içerisinde ortadan kaldıracak mıyız? Yatağımızdan fırlayıp kalkabilecek miyiz? Vs vs vs

Bu anlamda benim toplumla olan kavgamdan çok bizzat kendimle kendi sakatlığımla kavgam olmuştur ve öyle sanıyorum ki bu kavga ölünceye dek sürüp gidecek….
 
birde sakatlanmak olayına şurdan bakalım türkiyede tanıdıgım binlerce engelli arkadasım ve engelli olma hikayelerim var biliyorum fakat,
daha hiç bi engellinin günden güne iyi oldugunu düzelme kaydettigini görmedim göremedim :(
bizler bugun belkide engelimizin en iyi zamanlarındayız çünkü halil yılmazında dedigi gibi bizi ölünceye dek sürüp gidecek ama hergün hergün daha kötüye gidecegiz istediginiz kadar çaba gösterin istediginiz kadar azimli olun hayat bizi bi yerde mutlaka bişeyler mahkum bırakmıştır bırakacaktır ve bunların daha kötüsüde olacaktır..
hayata gerçeklerle bakan ancak bunları görür ama yalan inanmak istemeyen hep bunlara muhalif olacaktır ve o daha büyük hayal kırıklıgı yaşar emin olun..
 
Almanların ünlü atasözü "şeytan ayrıntıda gizlidir" der. Bu sözü çok severim çünkü bazen küçük ayrıntılarda devasa kudretler gizlidir.

Yukarıdaki yazımda bir tür karamsarlık olduğu düşünülebilir. Yani engellilerin son derece pasif bir şekilde insanlar tarafından yok edilen bir göle benzetilmesi eleştirilebilir de.

Şunu söylemeliyim ki kendi özelimde bedensel engelimin bana engel olmaması için her türlü mücadeleyi veriyorum. Kendi çapımda çok başarılı sonuçlar aldığımı söyleyebilirim. Üstelik yine kendimce çok daha başarılı olma azmindeyim.

Ancak bütün bunlar ben ve benim gibi engellilerin mücadele etmek zorunda bırakıldıkları engellerin yıkıcılığını, bıktırıcılığını ve nihai olarak engellileri yaşamdan soyutlayıcı gücünü görmezlikten gelmemi gerektirmez. Evet belki kendimizce hayat karşısında küçücük mevziler kazanıyoruz ancak neden bizler bu mücadeleleri çok daha uygun koşullarda vermeyelim ki? Toplumsal yaşam neden engellileri de kapsayacak şekilde düzenlenmesin? Bizler bu denli yoğun bir 'yoksayma' ile boğuşmak zorunda mıyız?

Bence evet arkadaşlarımızın dediği gibi tüm sorunlar kalksa dahi ortada fiziksel bir realite yani sakatlığımız hep kalacaktır. Ve bu sakatlık bizim için hep sorun olarak var olacak. Ancak bu sorunun olabildiğince nötralize edilmesi, yaşamımızda bize olabildiğince az engel teşkil etmesi ve onurlu bireyler olarak toplumsal hayata katılım ve katkıda bulunabilmemiz için toplumun bize Tuz Gölü ve Beyşehir Gölü muamelesi yapmayı bırakması gerekir.


Bizler farketmesek de her gün toplumun koyduğu engeller nedeniyle onlarca sakat arkadaşımız bu ülkede Tuz Gölleri misali can çekişmekte ya da hayatını yitirmektedir.

Yıllar önce Şişli Etfal hastanesinde yatarken küçük bir kız getirmişlerdi yan odaya. Bu kız yeni evliydi ve ilk çocuğunu doğururken felç olmuştu. İnsanoğlunun ne kadar alçaklaşabileceğini kanıtlamak istercesine bu zavallı kızı anında terkeden kocası ise ortalıklarda yoktu. Kız kimsesizdi ve bir telefon açmak için bile bizden kart isterdi. Bir gün annem bu kızın bütün bedeninin yatak yaralarıyla kaplandığını, doktorların yapacak fazla bir şey kalmadığını söylediklerini iletti. İnanamamıştım. Kızın havalı bir yatağa ihtiyacı varmış ve kimsesiz olduğu, hastanenin de bu şu anın parasıyla yaklaşık 200 ytl olan yatağı alamadığı için kızın düştüğü durum beni kahretti. Hemşireyi çağırdım ve altımdaki havalı yatağımı alıp kıza vermesini söyledim.

Bu kız o havalı yatağı kullanmasına rağmen ben taburcu olduktan bir süre sonra hayatını kaybetti. Devlet ona bir havalı yastık alamamıştı! Peki nedir bu kader mi? Yoksa doğa harikası o göllere yaptığımız gibi dünyalar güzeli, melek gibi küçücük bir kızı da yine bu toplumun duyarsızlığı mı katletmişti? Cevap açık değil mi...

Geçirdiğim kazanın ardından kendimi anımsıyorum. Kaldırıldığım Çorum devlet hastanesinde bilincim gidip gidip geliyor. İç kanama nedeniyle durumum çok ciddi. Beni ameliyata alacaklar ama bekliyorum. Çünkü sırtıma takacakları platin çubuklar çok pahalı ve ailem gelip parayı ödemeden ameliyat yapmak istemiyorlar. Çünkü sosyal güvencem yok. Ve ben orada iki gün bekledim. Zaman zaman kendime gelip etrafıma bakardım. Olanları anlamaya çalışırdım. O kadar kötü haldeydim ki çektiğim acıları bile hissedecek durumda değildim.

En sonunda ailem geldi ve istenilen parayı ödedikten sonra ameliyat edildim. Ameliyat için "bıçak parası" adıyla bizden hiç de yasal olmayan bir meblağ da tahsil edilmişti. Zavallı ailem beni kurtarmak için ne isterseler yapıyor hiç bir şeye itiraz etmiyordu.

Dünyanın her yerinde böyle bir trajediyle yüzleşen insanlar önce bir travma geçirir ve zamanla bu durumda yaşayabilmek için kendilerine sağlanan imkanlarla hayata tutunurlar. Biz de ise tam tersi olur. İlk zamanlar son derece güçlü bir iradeyle sakatlıkla mücadele etme ezmindeki kişi zamanla toplumun ve sistemin önüne koyduğu engellerle yaşamaktan bıkar ve yüzünü karanlığa çevirir.

Günümüzde ülkemizin kim bilir hangi ücra köşesinde bu şekilde yüzünü yaşamdan çevirmiş yüzbinlerce İNSAN yaşıyor. Bu insanlar bir nehir gibi isyan etme kudretine sahip değiller. Yazık ki bu insanların kendilerine sunulan umursamazlığa karşı yapabilecekleri fazla bir şey yok.

Çünkü sermaye güçleri olmadığı için medyaya reklam verme ve bunun karşılıgında sorunlarının dile getirilmesini sağlayabilme şansları yok. Siyasi partilerde adam gibi temsilcileri yok. Çünkü engelliler için mücadele eden organizasyonların tek yaptığı engellileri acındırmak ve bu yolla onlara bir takım bağışlar sağlamak.

Öz yurdunda parya olmak böyle bir şey sanırım. Kendi ülkemizde kendi halkımız tarafından yok sayılan, umursanılmayan ve sadece acınmak ve ruhları rahatlatmak için kullanılan malzemeler olarak görülmek...

İşte bir Tuz Gölü romanıdır bu. Bir Atatürk Barajı hikayesi değil.

Bizler evet bu gerçeğe karşı direniyoruz. Ama bu direnişte durup bir sormak gerek bazen. Neden bu direnişi sergilemek zorundayız ki? Neden bu denli acımasız bir savaşa atılmak zorundayız? Bu ülkenin eşit yurttaşları olarak neden ben hayatın içine dahil olmak için bu denli "cesur" ve bu denli "savaşçı" olmak zorundayım? Kaldı ki bu direnişte sistemi değiştirecek silahlardan yoksunuz. Sadece var olmaya, kabul edilmeye yönelik bir direniş bu. Tek yapabildiğimiz topluma "bakın bizler de sizin gibi iyi avukat, iletişimci, doktor, mühendis vb olabiliyoruz" demekten ibaret. Onları ikna edebilirsek bizi aralarına alma "lütfunu" bahşediyorlar.

Evet kimimiz başarıyor da bunu. Kendi özelimde bunu başarabilecek adaylar arasındayım da...Ancak mesele tam da bu işte. Bu savaşı vermek zorunda olmamız...
 


“Daha da tepelere çıkmayı düşündüm bir ara [,...] göstermek üzere marifetlerimi ama bence daha da tepe diye bir şey yoktu anladım; ben çıkmak istedikçe, tüm tepelere egemen olduğunu sanan ve marifetlerimle alay eden yalancı tepeler vardı ve tek başına sonsuzluğa doğru alabildiğine yükselmenin acıklı ve aşağılayıcı anlamıyla karşılaştım orada, çünkü gökyüzü de yeryüzü de ayaklarımızın altındaydı”


işte buuu :wink: diyorum bende bülent bey kaleminize sağlık.. :wink:
 
Aslında baraj benzetmesi de, göl benzetmesi de durumumuza pek uymuyor gibi geldi bana.. :roll:

Diyelim bir süre sonra bu göller bakımsızlıktan kurudu, haritadan silindi. :( Engelliler ve engeller için öyle bir durum söz konusu değil ki.. :!:

"Kelaynak kuşu" benzetmesi yapacağım ama onları korumaya alıyorlar hiç olmazsa.. Bize o da yok.. :evil:


...Neden bu direnişi sergilemek zorundayız ki? Neden bu denli acımasız bir savaşa atılmak zorundayız? Bu ülkenin eşit yurttaşları olarak neden ben hayatın içine dahil olmak için bu denli "cesur" ve bu denli "savaşçı" olmak zorundayım?...
Baba diyalektiğin ilkesi be Pegacım.. :D Zıtların birliği.. Sadece bizim için diil ki bu.. Tüm canlılar, yaşamlarını sürdürebilmek için; her daim bir "savaş"ın içerisindeler.. Savaşı kazanırsan.. Yola devam ediyorsun.. Bu kadar basit.. ;) Daha sonra bir başka savaşa giriyorsun.. Böyle devam ediyor bu..

Ama berikine "acımasız" geliyor.. Ötekine "acımalı". Başka bir zaman da tam tersi oluyor.. Beriki "acımalı" savaşta iken, ötekinin savaşı "acımasız" oluyor..

Lâkin, "acımasız" savaşları kazananlar öbürlerinden çok çok daha değerlidirler!! Çünkü bir sonraki savaşa daha değerli deneyimler kazanarak, bilenerek hazırlanmışlardır.. Şu andaki konumuna bi bak bakalım.. Geçmişte verdiğin o acımasız savaşlardan deneyim kazanarak, güç alarak çıkmamış olsaydın, şu andaki durumunda olabilir miydin? Ben sanmıyorum.. ;)
 
Hikayenin kahramanı burdan ırmak gibi dursa da onu ırmak yapan şeyin bir damla olduğunu unutmamak lazım...İster aksın ister donsun.... Adı üstünde su...Akışkan bişey.Hangi kaba koysan onun şeklini alır.Mühim olan serinlik vermek değil midir? Öz, sözden önce gelirse sakatlığımıza teşbih aramak gayretinden de kurtuluruz.Bir bardakta da olsa bir barajda da olsa su sudur...Özümüz su mudur? Ben sudur diyorum.Bunu der demez de bir serinlik doluyor içime.Bir kaşığı bile kişinin felaketine neden oluyorsa,bend koymuşlar kimin umrunda?
 
Devam ;)

Mehmet Yalçın' Alıntı:
birde sakatlanmak olayına şurdan bakalım türkiyede tanıdıgım binlerce engelli arkadasım ve engelli olma hikayelerim var biliyorum fakat,
daha hiç bi engellinin günden güne iyi oldugunu düzelme kaydettigini görmedim göremedim :(
İyi de Memetçim, "engellilik", "özürlülük", "sakatlık" grip gibi, mide ağrısı gibi bir hastalık değil ki, yaf.. İlacı içince düzelsin.. Tamam.. Benim durumumda bir "hastalık" olayı var ama.. Genetik hastalık olduğu için daha ilacı bile yok.. :(

Normal, sağlıklı, engelsiz kişiler/insanlar günlük hayatlarında problemsiz ya da az problemli olarak neleri yapabiliyorlarsa, bizim de gerek teknolojinin yardımıyla, gerek yasalar ve diğer mevzuat yardımıyla engelsiz olarak yapabilme, başka birilerinin desteğine gerek duymadan yaşayabilme olgusudur söz konusu olan!! "Ayrımcılıkla Mücadele" deyince bunu anlamalıyız.. Yoksa her insan, gençliğinde değilse bile yaşlandığında yürüme problemi, duyma ve görme problemi yaşıyor/yaşayacaktır ve onlarda da düzelme olmayacaktır!

A_GEYiK' Alıntı:
...
Biraz felsefe yapayım: "Tam"
Neye göre? Kime göre?
...
Bu sorular sorulduğunda şu karikatür gelir aklıma:



(Bülentçim, kusura bakma :oops: konu biraz dağıldı ama.. )
 
Engelli kişi sürekli savaşmak zorundadır.ya savaşcıdır yada tutsak.
Bazıları oluşan statükolar ile yaşamayı kabullenmiştir.
Çizdiği/çizilen çemberde mutlu olmaya çalışıyordur.
Bazılarımız bir ırmak gibi isyankar bazılarımız baraja çarpıp yıkmaya çalışıyor yeni yollar arıyordur.
Bazılarımız bir göl gibi kuruyup gidecek...Tekrardan yağmur olup kaynakları besleyecektir.
Kaynaklar yeniden fışkıracak yeni ırmaklar oluşturacaktır.
Kavga bitmeyecek...Yeniden yeniden devam edecek..
Yeter ki Gençliğimizde ağır bedeller ödediğimiz bugünde yaşadığımız/yaşamaya çalıştığımız düşüncemizi engellilerin hak alma insanca yaşama mücadelesinin ivmesini yükseltmek için bir silaha dönüştürelim.
Yeter ki neyin neden gerçekleştiğini görelim.
Aydın yarınlar...
 
Sevgili Bülent çok güzel ve çok da gerçekçi yazılar yazmışsın.Evet ,şeytan ayrıntıda gizlidir.Sevgiler
 
Aslında baraj da gölde de bitek engelliler için olabilecek benzetmeler degil.Engeli olmayan insanlarda çok fazla sıkışmış,bunalmış,birsürü problemi aşamamış durumdalar.Ha onların aşacakları ile bizim aşmak zorunda oldugumuz problemler belki çok farklıı yada çok daha fazla ama bu demek degilki engelsizler çok başarılı olmuş , bizde engelsiz olsak çok daha başarılı olacaktık.İlkoludan bir arkadaşım ismini tam hatırlayamadıgım büyük bir üniversitemizde bilgisayar mühendisligi okuyup mastırını tamamladıktan sonra iş hayatına başladı.Bu başarısını duydugumda onu ne kadar kıskandıgımı benimde o egitimi alabilmeyi çok istedigimi ifade etmeme verdigi cevap:
-Saglam olsam abilerim gibi esnaf olacaktım.Mecburdum yani okumaya.Çok büyütülecek birşey degil'oldu.
Başarıda göreceli bir kavram degilmi.Neden ille engelli olmayan insanlara bizimde bir işe yaradıgımızı aslında boşa yaşamadıgımızı ıspatlamalıyız.Hiç bir engelli görmedimki yanlızca kendisi için yaşasın.Hep gayret içerisindeyiz.İlle nehir olup bentlere sıgmayıp taşmalıyız.Sürekli kendimizi kanıtlama cabası içerisindeyi.
Tvde engelli haftası programlarının birinde bentleri aşmış engelli bir bey başarılarını anlarıyor.Hanım spikerde takdirle dinliyor.Engelli bey:
-Beni uzakran tanıyamazsınız.Beni tanımak için bir saatinizi verin.Ondan sonra benim hakkımda bir yargıya varırsınız,
gibi bir yorumda bulundu.İlk duydugumda çok hak verdim.İlk karşılaşanın yüzünde gercekten bir şaşkınlıkmı demeliyim(çünkü aslında biz dünyada yaşamıyoruz.Uzaydan kazara dünyaya düştük :) )ner neyse olumsuz bir ifade oluşuyor.Sohbet bitipde ayrılık vakti gelince iltifatlar, takdir edilmeler vs sanki kırk yıllık dostan ayrılır gibi kucaklaşmalar.Tabi ben kendimi ifade etmiş yada ıspatlamış olmanın her zamanki gibi insanları hayal kırıklıgına ugratmış olmanın verdigi sonsuz bir kendine güven icerisindeyim. (Çünkü onlara göre ben depresif bir varlık olmalıydım.Ne bu kadar neşe bu kadar enerji)
Daha sonraları fark ettimki ben niye böyle bir caba icerisindeyim.Acaba engeli olmasamda bu hal içerisinde olurmuydum.
Mutlaka yine neşeli ve güler yüzlü bir insan olurdum.Ama yinede bazı şeyler böyle olmazdı gibi geliyor.Bu kadar kendimi ifade etme yada ıspartlama cabası içerisinde olmazdım.
Çünkü o zaman tüm başarısızlıklarımla ben başarısız bir birey olacaktım.Ama şimdi ben sadece bir sakat olacagım ve bu tabir beni asla ifade etmemeli.Eksik kalmalı,yetmemeli beni anlatmaya.....
Niye ille başarılı olmak zorundayız.......
Niye ille aşmak zorundayız........
Niye ille ıspatlamalıyız bu bedenin aslında bize yetmedigini
Aslında biz sizdeki bedene sahip olsak neleri başarırdık da elimizde bu vardı malesef :)
Mİ DEMELİYİZ
 
tebrikler

Güzel yazmışsın. Yüreğine sağlık. Her şey insanlar için. Önce ne olduğumuzu kabullenmek sonra yapabileceklerimizi ertelememek hayata daha güzel bakmak gerekiyor. Bence Sen böyle yapıyorsun.
 
Güzeldi.. Teşekkürler..
"Gökyüzü de yeryüzü de ayaklarının altında" ve yaşıyorsun...

Ya içindesindir çemberin
Ya da dışında yer alacaksın..
 
söylenmek istenen bir çok duyguyu içinde barındıran bir yazı dilimi.. :)
 
Sinsi bir takipçiyim. Mevzuya bir yerinden tutunabilmek için yuvarlak cümlelerle deneme girişleri, arama çizgileri, anlatılacak olanın kokusu ve düşünce parçacıkları... Her mevzu bir düşünce etkinliğini gerektirir, dile getirilmeyi gerektirir, ama ben ne kadarını dile getiririm, ne kadarı ne anlam bulur... Bakalım, bir anlam bulacak mı?

Bir baraj da bir göl de orada öyle dursun bir. Düşünüş biçimlerinin yarattıklarıyla meydana gelmiş barajlar ve göller gerekli. Bu biçimleri ortaya koyan zihinlerin kırılganlığında dövülmüş anlam yontuları. Sakatlanmak üzerine... Yönlenişin, bir varışın, gezgince bir yol alışın amacında güçlü ırmakların önüne serilmiş duvarlar var. Diğer yanda
anaç bir göl, beslenmesi belki bir ırmağa bağlı, bir iklim analizine, metrekare başına düşen damla sayısına. Yok olması insani müdahalelere. Var olması statik mukavemete bağlı duvarlar, özetle yine insana.
İnsan var olmaların ve yok olmaların işçiliğini yapmakta usta bir tür. Kendine de etrafına da. 'Var'lık da 'yok'luk da bazen bir düşünüş biçiminden ötürü.Burada biçimlendirmeden öte bir öz var.Sakatlanmış olmak. Sakatlanmış olmanın benliklere işlenmiş izleri var. O izlerin hikayeleri var. Birebir gerçeğine sadık kalınarak anlatılan yada sembollere, aktarmalara bindirilmiş anlamlarla anlatılan. Anlam ne göle ait, ne de baraja; onlar öylece varlar. Anlam gölü yada barajı bambaşka varoluşların sistematiğine uyarlayan zihinlere ait. Hissiyat ile mantığın yoğrulduğu güçlü zihinlere...

Sakatlanmanın yönlenişe set çektiği durumlar sözkonusu. Birey kendinde
duyumsadığı bir gerekçeyle çok yönlü varışlara ihtiyaç duyar. Engebe bazen zafere dairse de bazen de hüzüne... Su dile gelse baraja küfürler savurur belki de..

Sakatlanmanın kendi kaderine bırakılmışlığı sözkonusu. Birey kendinde duyumsadığı durağan varoluşu değerli kılmak ister. Kendi içine gömülür, gömüldükçe varlığı daralır, daraldıkça körelir, köreldikçe yokoluşun
bir evresini yaşar. Göl bazen birikmişliğe dairse de bazen kendi varoluşuna terkedilmişliğin acımasızlığına dairdir... Su dile gelse gölü niye terkettiğini anlatır belki de...

Oturanboğa'ya ve Pegasus'a selam olsun...
 
OTURAN BOĞA nın yazısını bugün okudum ve tebrik etmek istedim
farklı bir bakış açısı ile baktığı,güzel bir tartışma başlattığı için
ben fizyoterapistim, ve sitenizi uzun zamandır izlerim,ve bir süre önce de üye oldum.
başarı kime göre,sağlık kime göre... diyorum ,bir anımı paylaşmak isterim..
meslek hayatımın 5 .yılı falandı, meslektaşım olan bir erkek arkadaşım ile yeni doğan bebeği hakkında konuşuyoruz.
dediki;arkadaş bebeği elime verdiler ,havaya kaldırdım sağa sola çevirdim,karşıdan baktım bu çocukta bir anormallik var dedim kendime.""
oysa bebek sağlıklı doğmuştu,ve herşeyi normaldi,
ama biz sakatlar ile uğraşır iken normali unutmuştuk ve bize normal olan anormal gelmeye başlamıştı.
sonuçta bir bakış açısı ve yaşam tarzı ,
eğer sen kendini sakat olarak görürsen çevrendekiler de seni senin gördüğün gibi görür ,ama benim bu halde yapabileceğim pekçok şey var diyebiliyorsan sen sakatlığı zaten aşmışsın derim.
sakatlık kime göre,neye göre
 
Üst Alt