..
Hadi dedim kımılda biraz ,bu dünyanın sonu değil ,iki şarapnelle yıkılmamış adamsın sen, nolmuş çekip gittiyse..
Aslında eşinin terk etmesinden çok oğlundan uzak kalmaktı onu korkutan..haylazın tekiydi,
eve barka pek uğramazdı ,anneannesinde kalmayı tercih ediyordu. Üniversite imtihanlarında başarısız olunca tamamen dağıtmıştı kendini.
Öptüğünü,sarıldığını bir gün saçlarını okşadığını görmedim ama kendine göre çok severdi oğlunu. Bir gün:
- Keşke vurulduğumda ölseydim, iyi para geçerdi ellerine, belki o zaman yurt dışında bi üniversiteye gidebilirdi bu çakal..! dedi.
Kahır akşamlarından biriydi bana telefon ettiğinde ,yine sarhoştu, kelimeler ağzından zor çıkıyordu,
sadece boş odada yankılanan şarjörün sesi net olarak geliyordu kulağıma.
- Hey na'pıyorsun dedim . Hani söz vermiştin..sarhoşken oynamayacaktın silahla. Anlamadığım bir şeyler mırıldandı.
..Ve ard arda boşa düşen tetik sesleri.
Sonra telefonu kapattı. Geri aradığımda meşgul çalıyordu.
Son zamanlarda oldukça sık yaşar olmuştum bu veya buna benzer olayları.
**
Bilgisayar, hayatımın neredeyse tamamını işgal etmesine rağmen onun hiç ilgisini çekmiyordu.
Bana geldiğinde sadece soliterde bi iki el fal bakmakla yetinir sonra bundan da sıkılıp kapatırdı.
Fal bakan insanın hayattan bir beklentisi bi umudu olmalı diye düşünürdüm.
-Neye niyetlemişdin dedim.
-Ölüme dedi
- ...?
-Açılırsa ecele, açılmazsa tetiğe ..!
Baktığı sürece hiç açılmadı soliter, ruhunun tüm ağırlığını parmak ucunda toplamayı başardığı bir gece namluyu soktu ağzına emekli subay dostum. Çocukluk ve gençlik arkadaşım.
On yıl ruhunda taşıdığı ağırlığı tetik taşıyamamıştı.
Ve sanılanın aksine tetiğin dolu düştüğü o gece sarhoş da değilmiş.
Ölümden korktuğu, ölüm düşüncesini aklından uzaklaştırmak istediği için sürekli sarhoş olduğunu anladım, geç de olsa..
İçine sığmaya çalıştığı votka şişesinden onu çekip çıkarma gayretlerim ve baskılarımla, aslında onu bu hayatın dışına ittiğim düşüncesi yerleşiyor kafama ve sanki ölümüne sebep olan benmişim gibi bir duyguya kapılıyorum.
Böyle bir şubat günü, artık kafasına sığmaz olan beynini karşı duvara yapıştırmıştı İrfan.
Duvardan seken mermi camı parçalayıp çıkmış ve yıllar sonra ilk defa gün ışığı girmişti odasına.
Eşi bırakıp gittikten sonra düştüğü yalnızlık ve terkedilmişlik duygusundan kurtulur ümidiyle bi arkadaşlık sitesinden ona profil hazırlamıştım.
Başlarda benimle dalga geçmesine:
- Şu sayfaya girmekten vazgeç, bize bi şey çıkmaz oradan demesine rağmen ,her gün heyecanla telefon edip:
- Bana mesaj yazan var mı? diye sorardı. Sayfada resmi olmadığı için arama esnasında ilk sıralarda yer almadığını söyleyemedim.
Suratının büyük kısmı parçalandığından beri hiç fotoğraf çektirmemişti.
Garip isimli bir kan hastalığı vardı, bu yüzden kapsamlı bir estetik de yapılamıyordu.
Nasıl olsa sanal bir dünya değil miydi orası..kendi resmimi ,hem de en sevdiğim en beğendiğim eski bir resmimi koydum sayfaya. Resmi de o seçmişti..bir oyun oynuyorduk ve hangi kartı atacağımı o söylüyordu.
Yine de hiç mesaj yazan olmuyordu.
Başka bir sebepten dolayı telefon ediyormuş gibi arıyor ve öylesine birden aklına gelmişçesine, önemsemez bi ses tonuyla
- "Hala bana mesaj yazan yok mu ?" diye sorardı.
Mesaj var deseydim hemen kalkıp gelecekti. Cevabı kendi yazmak istiyordu.
Bu beklentisine son vermek için, onun beğenilerine uygun bir "kadın" profiliyle siteye üye olup mesaj attım ve ardından telefon edip haber verdim.
-Sana mesaj var..
Yine önemsemez bi tavırla :
-Yarın öbür gün bi ara uğrarım beraber cevaplarız dedi..!
Bir saat geçmemişti ki kapının önünde duran taksiden indi.
- Bu taraflarda bir işim vardı da.. dedi.
Kaygılarını, beklentilerini, meraklarını bildiğim için onun hoşuna gidecek tarzda mesajlar yazıyordum.
Resmini istemiyordum, evli olup olmadığını sormuyordum, askerlikle ilgili konulara girmiyordum.
En büyük korkusu karşı tarafın görüşme isteğiydi.
Tabii mesajlaştığı sürece hiç görüşme teklifi almadı.
Bu seferde: niye görüşmek istemiyor acaba diye sormaya başladı.
Hemen bir uzak bir yurt dışı görevi planlayıp kadını oraya gönderdim..!
Yeni bir kadın ismiyle yeni bir üyelik alıp ona mesajlar yazmaya başladım.
Sonu belirsiz bi oyuna girmiştim ama umurumda değildi.
Bu mesajlar onu hayata bağlıyordu.. ya da ben öyle sanıyordum.
yok yok malesef ben öyle sanıyormuşum.
Çünkü en umutlu, en sevinçli, en heyecanlı olduğu günün gecesi geldi artık odasına gün ışığı girdiğinin haberi.
Gündüz gezmeyi özlediğini söylerdi hep.
Karlı fırtınalı havaları gözlerdi umutla. Ancak o zaman karı ve soğuğu bahane ederek yüzünü atkı ve bereyle sarıp dolaşmaya çıkabiliyordu şehrin aydınlık ve ışıklı sokaklarını. Ancak o zaman karışabiliyordu özlediği kalabalıkların arasına.
Kimse korkmuyordu ondan yüzü kapalıyken.
Korkmayanların da acıyan bakışlarından kaçmak zorunda kalmıyordu.
Çocuklar onu görünce ağlamaya başlamıyordu.
Hamile kadınlar yolunu değiştirmiyordu.
- Köpekler bile ürküyor beni görünce..!
- Isırmıyorlar ama havlayıp, hırlayıp yakınlarında bulunmamamı istediklerini belli ediyorlar diyordu.
Bu sene kar yağmadı İstanbul'a
Öyle soğuklar, şiddetli fırtınalar da olmadı.
Eğer yaşıyor olsaydı, bu kış; iğrenç bir suçlu gibi kaşkol ve beresinin arkasına saklanarak ama özgürce ve rahatça şehrin ışıklı aydınlık sokaklarında dolaşamayacaktı İrfan.
O bir engelli miydi ?
Tüm uzuvları yerindeydi. Sadece yüzü yanmış ve parçalanmıştı.
İnsanlar ondan korkuyor ve kaçıyordu..
35 yaşındaydı.. 1.90 boyundaydı..yapılıydı..adaleliydi..
Hani derler ya kapı gibiydi.
İki üniversite diploması ve iyi derecede İngilizcesi vardı.
Hareket adamıydı. Evde yaptığı pasif işler doyurmuyordu onu. Çok canı sıkılıyordu.
Tüm cesaretini toplayarak bi işe girmek için müracaat ettiğini söylemişti.
Gece işiymiş.. tam bana göre diyordu. Daha onu görür görmez:
- Özür dileriz biraz önce o kadroya birisini aldık demişler. Ama ertesi günü başka isimle telefon ettiğinde gelin görüşelim demişler.
Şimdi tekrar soruyorum .Tüm engellilerin yaşadığı sorunlara benzer sorunlar yaşayan bu arkadaşımın engeli neydi ?
Hadi dedim kımılda biraz ,bu dünyanın sonu değil ,iki şarapnelle yıkılmamış adamsın sen, nolmuş çekip gittiyse..
Aslında eşinin terk etmesinden çok oğlundan uzak kalmaktı onu korkutan..haylazın tekiydi,
eve barka pek uğramazdı ,anneannesinde kalmayı tercih ediyordu. Üniversite imtihanlarında başarısız olunca tamamen dağıtmıştı kendini.
Öptüğünü,sarıldığını bir gün saçlarını okşadığını görmedim ama kendine göre çok severdi oğlunu. Bir gün:
- Keşke vurulduğumda ölseydim, iyi para geçerdi ellerine, belki o zaman yurt dışında bi üniversiteye gidebilirdi bu çakal..! dedi.
Kahır akşamlarından biriydi bana telefon ettiğinde ,yine sarhoştu, kelimeler ağzından zor çıkıyordu,
sadece boş odada yankılanan şarjörün sesi net olarak geliyordu kulağıma.
- Hey na'pıyorsun dedim . Hani söz vermiştin..sarhoşken oynamayacaktın silahla. Anlamadığım bir şeyler mırıldandı.
..Ve ard arda boşa düşen tetik sesleri.
Sonra telefonu kapattı. Geri aradığımda meşgul çalıyordu.
Son zamanlarda oldukça sık yaşar olmuştum bu veya buna benzer olayları.
**
Bilgisayar, hayatımın neredeyse tamamını işgal etmesine rağmen onun hiç ilgisini çekmiyordu.
Bana geldiğinde sadece soliterde bi iki el fal bakmakla yetinir sonra bundan da sıkılıp kapatırdı.
Fal bakan insanın hayattan bir beklentisi bi umudu olmalı diye düşünürdüm.
-Neye niyetlemişdin dedim.
-Ölüme dedi
- ...?
-Açılırsa ecele, açılmazsa tetiğe ..!
Baktığı sürece hiç açılmadı soliter, ruhunun tüm ağırlığını parmak ucunda toplamayı başardığı bir gece namluyu soktu ağzına emekli subay dostum. Çocukluk ve gençlik arkadaşım.
On yıl ruhunda taşıdığı ağırlığı tetik taşıyamamıştı.
Ve sanılanın aksine tetiğin dolu düştüğü o gece sarhoş da değilmiş.
Ölümden korktuğu, ölüm düşüncesini aklından uzaklaştırmak istediği için sürekli sarhoş olduğunu anladım, geç de olsa..
İçine sığmaya çalıştığı votka şişesinden onu çekip çıkarma gayretlerim ve baskılarımla, aslında onu bu hayatın dışına ittiğim düşüncesi yerleşiyor kafama ve sanki ölümüne sebep olan benmişim gibi bir duyguya kapılıyorum.
Böyle bir şubat günü, artık kafasına sığmaz olan beynini karşı duvara yapıştırmıştı İrfan.
Duvardan seken mermi camı parçalayıp çıkmış ve yıllar sonra ilk defa gün ışığı girmişti odasına.
Eşi bırakıp gittikten sonra düştüğü yalnızlık ve terkedilmişlik duygusundan kurtulur ümidiyle bi arkadaşlık sitesinden ona profil hazırlamıştım.
Başlarda benimle dalga geçmesine:
- Şu sayfaya girmekten vazgeç, bize bi şey çıkmaz oradan demesine rağmen ,her gün heyecanla telefon edip:
- Bana mesaj yazan var mı? diye sorardı. Sayfada resmi olmadığı için arama esnasında ilk sıralarda yer almadığını söyleyemedim.
Suratının büyük kısmı parçalandığından beri hiç fotoğraf çektirmemişti.
Garip isimli bir kan hastalığı vardı, bu yüzden kapsamlı bir estetik de yapılamıyordu.
Nasıl olsa sanal bir dünya değil miydi orası..kendi resmimi ,hem de en sevdiğim en beğendiğim eski bir resmimi koydum sayfaya. Resmi de o seçmişti..bir oyun oynuyorduk ve hangi kartı atacağımı o söylüyordu.
Yine de hiç mesaj yazan olmuyordu.
Başka bir sebepten dolayı telefon ediyormuş gibi arıyor ve öylesine birden aklına gelmişçesine, önemsemez bi ses tonuyla
- "Hala bana mesaj yazan yok mu ?" diye sorardı.
Mesaj var deseydim hemen kalkıp gelecekti. Cevabı kendi yazmak istiyordu.
Bu beklentisine son vermek için, onun beğenilerine uygun bir "kadın" profiliyle siteye üye olup mesaj attım ve ardından telefon edip haber verdim.
-Sana mesaj var..
Yine önemsemez bi tavırla :
-Yarın öbür gün bi ara uğrarım beraber cevaplarız dedi..!
Bir saat geçmemişti ki kapının önünde duran taksiden indi.
- Bu taraflarda bir işim vardı da.. dedi.
Kaygılarını, beklentilerini, meraklarını bildiğim için onun hoşuna gidecek tarzda mesajlar yazıyordum.
Resmini istemiyordum, evli olup olmadığını sormuyordum, askerlikle ilgili konulara girmiyordum.
En büyük korkusu karşı tarafın görüşme isteğiydi.
Tabii mesajlaştığı sürece hiç görüşme teklifi almadı.
Bu seferde: niye görüşmek istemiyor acaba diye sormaya başladı.
Hemen bir uzak bir yurt dışı görevi planlayıp kadını oraya gönderdim..!
Yeni bir kadın ismiyle yeni bir üyelik alıp ona mesajlar yazmaya başladım.
Sonu belirsiz bi oyuna girmiştim ama umurumda değildi.
Bu mesajlar onu hayata bağlıyordu.. ya da ben öyle sanıyordum.
yok yok malesef ben öyle sanıyormuşum.
Çünkü en umutlu, en sevinçli, en heyecanlı olduğu günün gecesi geldi artık odasına gün ışığı girdiğinin haberi.
Gündüz gezmeyi özlediğini söylerdi hep.
Karlı fırtınalı havaları gözlerdi umutla. Ancak o zaman karı ve soğuğu bahane ederek yüzünü atkı ve bereyle sarıp dolaşmaya çıkabiliyordu şehrin aydınlık ve ışıklı sokaklarını. Ancak o zaman karışabiliyordu özlediği kalabalıkların arasına.
Kimse korkmuyordu ondan yüzü kapalıyken.
Korkmayanların da acıyan bakışlarından kaçmak zorunda kalmıyordu.
Çocuklar onu görünce ağlamaya başlamıyordu.
Hamile kadınlar yolunu değiştirmiyordu.
- Köpekler bile ürküyor beni görünce..!
- Isırmıyorlar ama havlayıp, hırlayıp yakınlarında bulunmamamı istediklerini belli ediyorlar diyordu.
Bu sene kar yağmadı İstanbul'a
Öyle soğuklar, şiddetli fırtınalar da olmadı.
Eğer yaşıyor olsaydı, bu kış; iğrenç bir suçlu gibi kaşkol ve beresinin arkasına saklanarak ama özgürce ve rahatça şehrin ışıklı aydınlık sokaklarında dolaşamayacaktı İrfan.
O bir engelli miydi ?
Tüm uzuvları yerindeydi. Sadece yüzü yanmış ve parçalanmıştı.
İnsanlar ondan korkuyor ve kaçıyordu..
35 yaşındaydı.. 1.90 boyundaydı..yapılıydı..adaleliydi..
Hani derler ya kapı gibiydi.
İki üniversite diploması ve iyi derecede İngilizcesi vardı.
Hareket adamıydı. Evde yaptığı pasif işler doyurmuyordu onu. Çok canı sıkılıyordu.
Tüm cesaretini toplayarak bi işe girmek için müracaat ettiğini söylemişti.
Gece işiymiş.. tam bana göre diyordu. Daha onu görür görmez:
- Özür dileriz biraz önce o kadroya birisini aldık demişler. Ama ertesi günü başka isimle telefon ettiğinde gelin görüşelim demişler.
Şimdi tekrar soruyorum .Tüm engellilerin yaşadığı sorunlara benzer sorunlar yaşayan bu arkadaşımın engeli neydi ?