26 Eylül 1999, Pazar diğerlerinden farksız uyandığım bir sabahdı. Yooo, aslında dolu dolu geçecek bir Pazar gününün programını daha önceden yapmıştım. Sadece bu tarihin hayatımda hatırlamam gereken dönüm noktalarından biri olduğunu bilmeden uyandım.
Önce işyerine tamamlamam gereken fiyat çalışmasını bitirmeye gittim. Öğle saatlerinde Adalar vapuruna yetişmeliydim. Yaz başında yaptığımız o keyifli Adalar gününü tekrar edebilmeliydik. Neredeyse yaz bitiyordu, grupta yan çizenler vardı, ama ben gitmeliydim. Belki uzun yıllar uzaklarda olmanın acısını mümkün olabilecek her şartta arkadaşlarımla bir araya gelerek, anıları çoğaltarak gidermeye çalışıyordum. Ertelemeye bahane yaratmak istemiyordum. Üstelik hafta içi ev-iş arası gidip gelmekten başka hareket yokdu hayatımda, bu fırsattan istifade bisiklete binip 3-5 kalori yaksam fena mı olurdu.
Tepeye yemeğe çıkacağımız söylendiğinde hiç tereddütsüz bisiklet tercih edenler arasındaydım. Gerçekten çok zorlanarak çıktım yokuşu, ama o günü ısrarla programlayan ben olduğuma göre 'çok yoruldum' diye mızmızlanmam saçmaydı. Yemeklerimizi yedikten sonra şehre dönecek vapura yetişmek üzere aşağıya inmeye başladık. Yokuşu inerken yine çok zorlandığımı ama düz yola inince vapura ulaşmaya az kaldı diye sevindiğimi hatırlıyorum.
Ardından bir türlü bitmek bilmeyen kabuslarım başladı. Ben tekerlekli sandalyedeymişim, oturduğum yerde ayaklarımın arasına gergin bir deri takmışlar. Bir makas bulup şu deriyi kesip atsam kalkıp koşarak kaçsam... Bir anda işyerindeki modelist ve makinacı kızlar giriyor rüyama. Hah, tamam onlarda mutlaka makas vardır. İstesem, kessem kurtulsam şu prangadan.... O ne beni zorla ayağa kaldıyorlar, bu sefer ben istemiyorum. Bacaklarım sanki bana ait değil, ben bana ağır geliyorum. Ayaklarım bu vücudu taşımak istemiyor, ben yatmak istiyorum, yatmak hep yatmak ve uyumak. Uyuyayım da bitecekse bitsin şu rüya sıkıldım artık sabah olsun. Olmuyor bir türlü sabah, kalksam da evdekilere sıkıntıyla gördüğüm bu kabusu anlatsam. Ama uyanamıyorum bir türlü. Oysa işyerinde yapılacak tonlarca iş varken benim bu kadar uyuyabilmem mümkün mü? Bu kadar saat, gün, ay...zaman mefhumu yok gibi.
Anneme sesleniyorum, sesleniyorum gelse kaldırsa da beni bitse bu kabus. Birden dayım giriyor rüyama, ona soruyorum:”Dayı, öldüm mü ben öldümse söyleyin n'olur!” Bana verdiği cevap gayet mantıklı “Hayır EbRu ölmedin, ölmüş olsan dedeni görürdün orada görüyor musun?”(Dedem ben ilkokula başladığım sene ölmüştü) Oooohh doğru vallahi görmüyorum, ölmemişim demek ki, çok seviniyorum))
Ama uyanamıyorum da, yani bu ben değilim ki hiç bir şey yapmıyorum, sadece yatıyorum, uyuyorum ve bitmek bilmez bir kabus görüyorum. Rüyama farklı tanıdıklarım giriyor, bir tutarsız kopukluk var, toparlayamıyorum. Ooofff sıkıldım ama artık, hah Aysın da burada (Aysın ortaokul birinci sınıftan beri en yakın dostum) ona soruyorum: “Eh hadi ben rüya görüyorum da, siz ne yapıyorsunuz benim rüyamda?” diyorum. “Biz de göbek atıyoruz” derken karşıma geçip göbek atmaya başlıyor.
Çok komik, Aysın'layken hep çok güleriz, ama bu dediği gerçekten çok komik)))) Bir şekilde zaman akıyor ama sanki ben bu zaman diliminde yaşamıyor gibiyim. Hiç bir değişikliğin olmadığı sadece uyuyarak geçirmem gereken bir zaman... Mantıklı değil bu??? Ölmemişim de, ama yaşamıyorum da...
Hastanedeyim, ama neden buradayım? Depremde evimiz yıkıldığı için mi buradayım tarzı düşüncelere hastaneden kaçmak için hazırladığım senaryolar karışıyor. Sanırım bu uykunun bitmesine yakın rüyamda eve geliyorum, ama yine hastaneye dönmem gerekiyormuş. Hayır, istemiyorum ben oraya gitmeyi, orada uyumaktan başka bir şey yapmıyorum ki, tam kapıdan çıkacağız; atıyorum kendimi yere, hadi kolaysa kaldırsınlar götürsünler bakalım. Dayım azarlar ses tonuyla bağırıyor 'Kalk ayağa, nedir bu yaptığın şımarıklık' Gidip gitmeme konusunda kararsız kalıyorum, gidersem gene aynı kâbusları görmeye devam edeceğim ama öte yandan bu yaptığım gerçekten şımarıklık! Kalkıyorum “kaderimse çekerim” ruh halinde dönüyorum hastaneye. Kâbuslarım eskisi kadar uzun sürmüyor sanki yani uyanık olduğumu düşündüğüm zamanlar çoğunlukta. Birisi bisikletten düşüp beyin kanaması geçirdiğim için orada olduğumu söylüyor, inanmıyorum. “Hadi yaa bisikletten düşen insanın ya kolu, ya bacağı kırılır. (Benim kafayı kırmış olmam, mümkün mü? Ya da acaba beyin kanaması insanı nasıl etkiler, ben buradayım işte, beynimi kanatmışım…eeee?
Az önce psikolog olduğunu söyleyen hanıma kendimi rüyadaymış gibi hissettiğimi söyledim. İnanmadı bana “tamam öyle olduğunu farz edelim” dedi. İyi peki, doğru ya rüya olduğunu farz edelim, nasılsa uyanınca bitecek. Bitmiyorsa da ben bu rüyada yaşamaya başlamalıyım. Ama bir şekilde yaşamaya başlamalıyım, yoksa hiçbir şey yapmadan uyumak olmamalı benim hayatım. Biraz sonra başhekim geliyor; hah, ona da söyleyeyim bunun bir rüya olduğunu, bana inansın da çıkarsın beni hastaneden. “Hürriyet Hanım bu bir rüya olabilir mi, ben kendimi rüya görüyor gibi hissediyorum.” “Ah yavrum, keşke olsa” deyip yanağımı okşuyor. Onu da inandıramadım. Oysa kendi yatağımda uyanırsam rüya bitmiş kalkacağıma o kadar inanıyorum ki beni eve göndermeleri için kandırmaya çalışıyorum.
Psikolog bundan sonraki görüşmeleri onun odasında yapmamızı teklif ediyor, “Tamam olur, evden gelir giderim!)))))))))))” Madem psikolog bunun bir rüya olduğunu söyledi, rüya da olsa kandırabilirim onu belki?
Yılbaşı nedeniyle hastanede eğlence yapılacakmış, ilk başta gitmek istemedim. Sonra belki böyle yüksek volümde sese maruz kalırsam kulaklarım açılır diye bir inançla katıldım. Hiçbir fark olmadı.
Bana bir şey olduğunu idrak etmem epey zaman aldı, normalde zaten mızmızlanmayı sevmediğimden ölmediğime sevinmekten başka ne yapabilirdim, bilmiyorum. Benim kendimi bu kadar iyi hissedebilmemde ailemin ve çevremin tutumları o denli önemliydi ki, bana bir şey olmamış gibi davranmalarını istiyordum. Sonuçta ben de herhangi biriydim, ‘bana ne oldu’ya üzülmekten öte etrafıma yaşattığım korkunun ezikliğini duydum çoğu zaman, ‘bir an önce iyi olmalıyım’ ki özledikleri EbRu olabileyim, için tüm çabam. Bence anlatılacak çok önemli bir olay yoktu ortada, bilmiyorum daha önemli ne olabilir? Sanki “bu da böyle bir anımızdı” önemsizliğinde tutarsam bu da böyle bir anımız olarak kalacak sanıyordum, nitekim öyle aslında. Ben gerçekten çok şanslı bir beyin kanaması geçirdim, bende kalan maruzatlarımla sakat olduğumu iddia etmek şımarıkça alınmaya çalışılan bir sıfat gibi geldi. Çünkü değilim, üstelik sakat veya özürlü olmak utanılacak değil, hayatı daha zor şartlarda yaşamak zorunda oldukları için kesinlikle takdirle karşılanacak bir sıfat olduğunu düşünüyorum. Şimdilerde yeni yeni aslında çok kolay bir şey geçirmediğimi ve ölmediysem bir sebebi olmalı, diye düşünmeye başladım. Sanki bir misyonum var da bilemiyor gibiyim.
Beyin kanaması geçirmiş bir başka arkadaşım (ki benden çok daha büyük bir kaza atlatmış, inancı ve azmiyle epey toparlamış) benim bunu takıntı yaptığımı düşünüyor. Oysa ki ben taşıdığımız bu pozitif enerjinin bir şekilde işe yarar kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Peki benim misyonum ne?
Önce işyerine tamamlamam gereken fiyat çalışmasını bitirmeye gittim. Öğle saatlerinde Adalar vapuruna yetişmeliydim. Yaz başında yaptığımız o keyifli Adalar gününü tekrar edebilmeliydik. Neredeyse yaz bitiyordu, grupta yan çizenler vardı, ama ben gitmeliydim. Belki uzun yıllar uzaklarda olmanın acısını mümkün olabilecek her şartta arkadaşlarımla bir araya gelerek, anıları çoğaltarak gidermeye çalışıyordum. Ertelemeye bahane yaratmak istemiyordum. Üstelik hafta içi ev-iş arası gidip gelmekten başka hareket yokdu hayatımda, bu fırsattan istifade bisiklete binip 3-5 kalori yaksam fena mı olurdu.
Tepeye yemeğe çıkacağımız söylendiğinde hiç tereddütsüz bisiklet tercih edenler arasındaydım. Gerçekten çok zorlanarak çıktım yokuşu, ama o günü ısrarla programlayan ben olduğuma göre 'çok yoruldum' diye mızmızlanmam saçmaydı. Yemeklerimizi yedikten sonra şehre dönecek vapura yetişmek üzere aşağıya inmeye başladık. Yokuşu inerken yine çok zorlandığımı ama düz yola inince vapura ulaşmaya az kaldı diye sevindiğimi hatırlıyorum.
Ardından bir türlü bitmek bilmeyen kabuslarım başladı. Ben tekerlekli sandalyedeymişim, oturduğum yerde ayaklarımın arasına gergin bir deri takmışlar. Bir makas bulup şu deriyi kesip atsam kalkıp koşarak kaçsam... Bir anda işyerindeki modelist ve makinacı kızlar giriyor rüyama. Hah, tamam onlarda mutlaka makas vardır. İstesem, kessem kurtulsam şu prangadan.... O ne beni zorla ayağa kaldıyorlar, bu sefer ben istemiyorum. Bacaklarım sanki bana ait değil, ben bana ağır geliyorum. Ayaklarım bu vücudu taşımak istemiyor, ben yatmak istiyorum, yatmak hep yatmak ve uyumak. Uyuyayım da bitecekse bitsin şu rüya sıkıldım artık sabah olsun. Olmuyor bir türlü sabah, kalksam da evdekilere sıkıntıyla gördüğüm bu kabusu anlatsam. Ama uyanamıyorum bir türlü. Oysa işyerinde yapılacak tonlarca iş varken benim bu kadar uyuyabilmem mümkün mü? Bu kadar saat, gün, ay...zaman mefhumu yok gibi.
Anneme sesleniyorum, sesleniyorum gelse kaldırsa da beni bitse bu kabus. Birden dayım giriyor rüyama, ona soruyorum:”Dayı, öldüm mü ben öldümse söyleyin n'olur!” Bana verdiği cevap gayet mantıklı “Hayır EbRu ölmedin, ölmüş olsan dedeni görürdün orada görüyor musun?”(Dedem ben ilkokula başladığım sene ölmüştü) Oooohh doğru vallahi görmüyorum, ölmemişim demek ki, çok seviniyorum))
Ama uyanamıyorum da, yani bu ben değilim ki hiç bir şey yapmıyorum, sadece yatıyorum, uyuyorum ve bitmek bilmez bir kabus görüyorum. Rüyama farklı tanıdıklarım giriyor, bir tutarsız kopukluk var, toparlayamıyorum. Ooofff sıkıldım ama artık, hah Aysın da burada (Aysın ortaokul birinci sınıftan beri en yakın dostum) ona soruyorum: “Eh hadi ben rüya görüyorum da, siz ne yapıyorsunuz benim rüyamda?” diyorum. “Biz de göbek atıyoruz” derken karşıma geçip göbek atmaya başlıyor.
Çok komik, Aysın'layken hep çok güleriz, ama bu dediği gerçekten çok komik)))) Bir şekilde zaman akıyor ama sanki ben bu zaman diliminde yaşamıyor gibiyim. Hiç bir değişikliğin olmadığı sadece uyuyarak geçirmem gereken bir zaman... Mantıklı değil bu??? Ölmemişim de, ama yaşamıyorum da...
Hastanedeyim, ama neden buradayım? Depremde evimiz yıkıldığı için mi buradayım tarzı düşüncelere hastaneden kaçmak için hazırladığım senaryolar karışıyor. Sanırım bu uykunun bitmesine yakın rüyamda eve geliyorum, ama yine hastaneye dönmem gerekiyormuş. Hayır, istemiyorum ben oraya gitmeyi, orada uyumaktan başka bir şey yapmıyorum ki, tam kapıdan çıkacağız; atıyorum kendimi yere, hadi kolaysa kaldırsınlar götürsünler bakalım. Dayım azarlar ses tonuyla bağırıyor 'Kalk ayağa, nedir bu yaptığın şımarıklık' Gidip gitmeme konusunda kararsız kalıyorum, gidersem gene aynı kâbusları görmeye devam edeceğim ama öte yandan bu yaptığım gerçekten şımarıklık! Kalkıyorum “kaderimse çekerim” ruh halinde dönüyorum hastaneye. Kâbuslarım eskisi kadar uzun sürmüyor sanki yani uyanık olduğumu düşündüğüm zamanlar çoğunlukta. Birisi bisikletten düşüp beyin kanaması geçirdiğim için orada olduğumu söylüyor, inanmıyorum. “Hadi yaa bisikletten düşen insanın ya kolu, ya bacağı kırılır. (Benim kafayı kırmış olmam, mümkün mü? Ya da acaba beyin kanaması insanı nasıl etkiler, ben buradayım işte, beynimi kanatmışım…eeee?
Az önce psikolog olduğunu söyleyen hanıma kendimi rüyadaymış gibi hissettiğimi söyledim. İnanmadı bana “tamam öyle olduğunu farz edelim” dedi. İyi peki, doğru ya rüya olduğunu farz edelim, nasılsa uyanınca bitecek. Bitmiyorsa da ben bu rüyada yaşamaya başlamalıyım. Ama bir şekilde yaşamaya başlamalıyım, yoksa hiçbir şey yapmadan uyumak olmamalı benim hayatım. Biraz sonra başhekim geliyor; hah, ona da söyleyeyim bunun bir rüya olduğunu, bana inansın da çıkarsın beni hastaneden. “Hürriyet Hanım bu bir rüya olabilir mi, ben kendimi rüya görüyor gibi hissediyorum.” “Ah yavrum, keşke olsa” deyip yanağımı okşuyor. Onu da inandıramadım. Oysa kendi yatağımda uyanırsam rüya bitmiş kalkacağıma o kadar inanıyorum ki beni eve göndermeleri için kandırmaya çalışıyorum.
Psikolog bundan sonraki görüşmeleri onun odasında yapmamızı teklif ediyor, “Tamam olur, evden gelir giderim!)))))))))))” Madem psikolog bunun bir rüya olduğunu söyledi, rüya da olsa kandırabilirim onu belki?
Yılbaşı nedeniyle hastanede eğlence yapılacakmış, ilk başta gitmek istemedim. Sonra belki böyle yüksek volümde sese maruz kalırsam kulaklarım açılır diye bir inançla katıldım. Hiçbir fark olmadı.
Bana bir şey olduğunu idrak etmem epey zaman aldı, normalde zaten mızmızlanmayı sevmediğimden ölmediğime sevinmekten başka ne yapabilirdim, bilmiyorum. Benim kendimi bu kadar iyi hissedebilmemde ailemin ve çevremin tutumları o denli önemliydi ki, bana bir şey olmamış gibi davranmalarını istiyordum. Sonuçta ben de herhangi biriydim, ‘bana ne oldu’ya üzülmekten öte etrafıma yaşattığım korkunun ezikliğini duydum çoğu zaman, ‘bir an önce iyi olmalıyım’ ki özledikleri EbRu olabileyim, için tüm çabam. Bence anlatılacak çok önemli bir olay yoktu ortada, bilmiyorum daha önemli ne olabilir? Sanki “bu da böyle bir anımızdı” önemsizliğinde tutarsam bu da böyle bir anımız olarak kalacak sanıyordum, nitekim öyle aslında. Ben gerçekten çok şanslı bir beyin kanaması geçirdim, bende kalan maruzatlarımla sakat olduğumu iddia etmek şımarıkça alınmaya çalışılan bir sıfat gibi geldi. Çünkü değilim, üstelik sakat veya özürlü olmak utanılacak değil, hayatı daha zor şartlarda yaşamak zorunda oldukları için kesinlikle takdirle karşılanacak bir sıfat olduğunu düşünüyorum. Şimdilerde yeni yeni aslında çok kolay bir şey geçirmediğimi ve ölmediysem bir sebebi olmalı, diye düşünmeye başladım. Sanki bir misyonum var da bilemiyor gibiyim.
Beyin kanaması geçirmiş bir başka arkadaşım (ki benden çok daha büyük bir kaza atlatmış, inancı ve azmiyle epey toparlamış) benim bunu takıntı yaptığımı düşünüyor. Oysa ki ben taşıdığımız bu pozitif enerjinin bir şekilde işe yarar kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Peki benim misyonum ne?